15 Nisan 2012 Pazar

HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V)





HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V)


محمّد

Doğum tarihi ve yeri: MS 22 Nisan 571(Rebiülevvel ayının on ikisi,pazartesi günü) Mekke, Suudi Arabistan

Ölüm tarihi ve yeri:
MS 8 Haziran 632(Hicretin 11.senesi, Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü.) Medine, Suudi Arabistan

Ölüm sebebi:
Ateşli hastalık.

Etkin yıllar:
MS 583-610 tüccar; MS 610-632 islam peygamberi

Diğer adları:
Ebu'l Kasım (Künye); Resul; "Peygamber"; (bkz. Muhammed'in isimleri)

Defin tarihi ve yeri:
Kubbe-i Hadra, Medine, Suudi Arabistan

Miladi takvime göre 61 yıl yaşamıştır.
Hicri takvime göre 63 yıl yaşamıştır.

Peygamber Efendimiz'in(s.a.v) doğum tarihi ile ilgili farklı rivayetler de vardır. En yaygın olan ve kabul gören 571 olduğu için bu tarih ortak olarak dillendirilmektedir. Doğum-ölüm tarihleri ve yaşı arasındaki sizin de fark ettiğiniz durum hem bu rivayet çeşitliliğinden hem de ay takviminin güneş takviminden farklı olmasından hem de Araplardaki nesi uygulamasından kaynaklanmaktadır. Ancak dillendirilen sayısal değerlerin yaklaşık rakamlar olduğu ve konu ile ilgili esaslı bir araştırmanın mümkün olduğunu görülmektedir.

Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke'de doğdu. 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik hayâtının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçti. Medine'de 63 yaşında vefât etti. Bu sebeple:

Hz.Muhammed (s.a.s.) 'in hayâtı (571-632):

a) Peygamberliğinden önceki Hayâtı (571-610),

b) Peygamberlik Devri (610-632) olmak üzere iki kısma ayrılır.

Peygamberlik devri de:

a) Mekke devri (510-622)

b) Medine devri (622-632)

olarak iki döneme ayrılır.

Bu sebeple Siyer ve İslâm Târihi ile ilgili kitaplarda, Rasûlullah (s.a.s.)'in hayâtı, "Peygamberlikten (Bi'setten) öncesi" ve "Peygamberlik devri" diye iki devreye ayrılarak incelenmiştir. Peygamberlikten önceki hayatını da:

1- çocukluk devresi (8 yaşına kadar olan süre),

2- Gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre),

3- Evlilik dönemi (25-40 yaşı arasındaki devre) olmak üzere genellikle üç bölüme ayırmışlardır.

Peygamber olduktan sonra, "Mekke Devri"nde geçen olayları incelerken, târihbaşı olarak, Peygamberliğin (Nübüvvetin) l. 2. veya 5 inci yılı gibi, Nübüvvetin başlangıcını; "Medine devri" olaylarında ise,-Hicretin, 1., 2. veya 3 üncü yılı şeklinde Rasûl–i Ekrem (s.a.s.)'in Hicret olayını esâs almışlardır.

Doğmadan önce babası Abdullah’ı; 6 yaşındayken annesi Âmine’yi kaybetti. Sonra dedesi Abdulmuttalib’in himayesine girdi. Dedesinin vefatından sonra amcası Ebû Talib’in yanında yetişti.

Küçük yaşlardan itibaren ticarete atıldı. Mekke’de yaşayan ve puta tapan insanlara karşı çıktı. Peygamber olmadan önce insanlar arasında güzel ahlakı, dürüstlüğü, adâleti ile tanınarak “el-Emîn: En emniyetli kişi” sıfatını aldı.

25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlendi. Hz. Hatice’den Kasım, Abdullah, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma adında 6 çocuğu oldu. Kasım ve Abdullah küçük yaştayken vefat etti.

Ara sıra yanına azığını alarak Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda inzivaya çekilirdi. 610 senesinde Ramazan ayının 17. günü Hira Mağrası’da vahiy meleği Cebrail (a.s.) geldi ve ona ilk vahiy “oku” emrini verdi. Böylece Hz. Muhammed‘e (s.a.v.) 40 yaşında peygamberlik verilmiş oldu.

Peygamber Efendimiz, tebliğe en yakınlarından başladı. O’na ilk eşi Hz. Hatice sonra kızları iman etti. Ardından Hz. Ali daha sonra Zeyd bin Harise ve Hz. Ebubekir iman etti. İnsanlar arasındaki eşitsizliği gideren, adaleti gözeten İslam dini daha çok fakir insanlar ve köleler arasında kabul gördü. Müslümanların sayısını günden güne arttı.

İlk Müslümanlar Mekkeli putperestlerin hakâret, alay, eziyet, işkence ve boykot gibi kötü tavır ve davranışlarına mâruz kaldı.

Müslümanlar Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri zaman Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz ve ashabı 622 senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimiz’in yol arkadaşı oldu. Medineli Müslümanlar (Ensar) Mekkeli muhacirleri çok iyi karşıladılar. Ensar ile muhacirler kardeş ilan edildi. Böylece Medine İslam Devleti kuruldu. İslam Devleti’nin kurulmasıyla müşrikler Müslümanlara saldırmaya başladı.

624 yılında müşriklerle yapılan ilk savaş olan Bedir Savaşı’nı Müslümanlar kazandı. Mekkeli müşrikler Bedir Savaşı’nın intikamını almak için Medine üzerine yürüdüler. 625 yılında yapılan Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin görevlendirdiği okçuların yerini terk etmesiyle Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehit oldu. İki taraf birbirine üstünlük kuramadığı için Mekkeli müşrikler büyük bir güç toplayarak tekrar Medine üzerine yürüdüler. Peygamber Efendimiz bunu haber alınca Selman-ı Farisi’nin tavsiyesi ile Medine’nin etrafına hendekler kazdırdı. 627 yılında yapılan Hendek Savaşı’nda müşrikler kayıplar vererek çekildiler.

628 yılında Müslümanlar hacca gitmeye karar verdiler. Bundan tedirgin olan Mekkeliler Müslümanlara izin vermek istemediler. 628 yılında imzalanan Hudeybiye Anlaşması ile Mekkeli müşrikler Müslümanların varlığını resmen tanıdı.

628 yılında Müslümanlar Hayber’i fethetti. Hayber’in fethi ile Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçti.

Müslümanlar, Bizans ile ilk kez 629 yılında Mute’de savaştılar. 630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti. Mekke’nin fethinden sonra Arap yarımadası hızlı bir şekilde Müslümanların kontrolü altına girdi. Müslümanlar ve putperest Arap kabileleri arasında 630 yılında gerçekleşen Huneyn Savaşı’nı Müslümanlar kazandı. Hz Muhammed’in (s.a.v.) son seferi ise 631 yılında Tebük’e oldu.

Hz. Muhammed (s.a.v.) son kez Müslümanlarla beraber 632 yılında hacca gitti ve buna Veda Haccı adı verildi. Veda Haccı’nda 100 bin Müslümana veda niteliğinde konuşan Hz. Muhammed (s.a.v.) 632 yılında Medine’de vefat etti.

Kabri Medine’de Ravza-ı Mutahhara’da bulunmaktadır.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber; Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı...

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) HAYATI - Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

Son peygamber Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı.

PEYGAMBERİMİZ NEREDE VE NE ZAMAN DÜNYAYA GELDİ?
(Hz. Muhammed (s.a.v.) Ne Zaman Ve Nerede Doğdu?)

Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Fil Vakası’ndan 50 veya 55 gün sonra 20 Nisan 571 Pazartesi günü (et-Taķvîmü’l-Arabî, s. 33-44) Adnânîler’in ana yurdu kabul edilen Mekke’de dünyaya geldi.

PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMUNDA MEYDANA GELEN MUCİZELER

Resûlullâh’ın kâinâta teşrîf ettiği mübârek gecede bâzı hârikulâde hâller vukû bulmuştur. Bu mûcizelerden birkaçı şöyledir:

1. Hazret-i Âmine’nin bildirdiğine göre kendisi, ne hâmileliği ne de doğum esnâsında hiçbir zahmet çekmemiş ve Allâh Rasûlü dünyâya gelirken doğu ile batı arasını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştür. Peygamber temiz bir şekilde, ellerini yere dayayarak doğmuş ve başını semâya kaldırmıştır.(İbn-i Sa’d, I, 102, 150.)

2. O anda şeytan, hayâtında hiç olmadığı kadar büyük bir çığlık koparmıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 271.)

3. İran başkadısı ve din adamı Mûbezân, rüyâsında birtakım serkeş develerin bir sürü yürük atları önlerine katarak Dicle ırmağını geçtiklerini, İran topraklarına yayıldıklarını görmüştür.

4. Semâve Vâdisi’ni su basmıştır.

5. Kisrâ’nın sarayından 14 sütun yıkılmıştır.

6. İranlıların, tapınaklarında bin yıldan beri hiç sönmeden yanan ateşleri sönmüştür. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 273.)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ÇOCUKLUĞU (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Çocukluk Dönemi)

Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Annesi vefat ettikten sonra Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) dedesi Abdülmuttalib himaye etti. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gereken ihtimamı gösterdi. Yanından hiç ayırmadı, ona baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmedi.

Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bakımını oğlu Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib, Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Peygamber Efendimiz’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed (r.a.) de ona kendi çocuklarından daha çok alâka gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN EVLİLİK HAYATI (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Evlilikleri ve Eşleri)

Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk hanımı, Hz. Hatice validemizdir. Sevgili Peygamberimiz ilk evliliğini Mekke’de yaptığı sırada yirmi beş yaşında, Hz. Hatice annemiz kırk yaşındaydı. Hazret-i Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hatîce validemiz ile izdivâcından Kasım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah; Hazret-i Mariye ile izdivâcından ise İbrahim dünyâya geldi. Efendimiz’in husûsî hallerinden birisi, âile hayatı ve evliliği idi. Onun çok evlenmesinin sebep ve hikmetleri vardı. Peygamber Efendimizin diğer hanımları; Sevde Binti Zema, Hz. Ayşe, Zeynep Binti Huzeyme, Meymûne Binti Haris, Hafsa Binti Ömer, Zeynep Binti Cahş, Safiye Binti Huyey, Cüveyriye Binti Haris, Ümmü Seleme ve Ümmü Habîbe Radıyallahu Anh validemizdir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’E İLK VAHİY NASIL GELDİ? (Hz. Muhammed’e (s.a.v.) İlk Vahiy Nerede Ve Ne Zaman İndi?)

Âlemlerin varlık sebebi Peygamber Efendimiz, nezih bir gençlik ve ulvî bir âile hayâtı ile sergilediği müstesnâ mükemmelliklerin ardından, kırk yaşlarında iken peygamberlik mertebesine nâil oldu. Kırk yaşına altı ay kala, ilâhî kudret O’na Mekke’deki Hirâ Mağarası’nı kudsî bir mektep olarak açtı. Mübârek Ramazan ayının 17. günüydü. (İbn-i Sa’d, I, 194.) Resûl-i Ekrem Efendimiz, mûtâdı üzere Hirâ Mağarası’nda idiler. Cebrâîl Aleyhisselam geldi ve Hazret-i Peygamber’e: “–Oku!” dedi.

Peygamber Efendimiz: “–Ben okuma bilmem!” karşılığını verdi. Bunun üzerine melek, Hazret-i Peygamber’i tâkati kesilinceye kadar sıktı. Sonra yine: “–Oku!” dedi. Efendimiz yine: “–Ben okuma bilmem!” cevâbını verdi. Cebrâîl Aleyhisselam ikinci kez O’nu tâkati kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar: “–Oku!” dedi. Hazret-i Peygamber yine: “–Ben okuma bilmem! (Ne okuyayım?)” dedi.

Cebrâîl Aleyhisselam Hazret-i Peygamber’i üçüncü defâ da sıkıp bıraktı. Ardından vahy-i ilâhîyi kendisine şöyle bildirdi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aleka’dan yarattı. Oku, Rabbin nihâyetsiz kerem sâhibidir. O, kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” (el-Alak, 1-5) Bu emr-i ilâhî ile Allâh’ın Resûlü’nün şahsında bütün insanlığa Rabbin en büyük lutfu olan Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü başlamış oldu.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN TEBLİĞİ

Resûlullah, zor şartlar altında Peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan Âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi. Peygamber Efendimiz, İslâm’a dâvet ederken en yakınlarından başlamış, zaman ve mekâna göre davranmış, muhâtabının hâlet-i rûhiyesini ve anlayış seviyesini gözetmiş, tedrîcîliğe riâyet etmiş, bulduğu her fırsatı değerlendirmiş, hiçbir zaman zorlaştırmamış, dâimâ kolaylaştırmış, hep müjdelemiş, aslâ nefret ettirmemiştir.

PEYGEMBER EFENDİMİZ’İN HİCRETİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hicreti)

Hicret, Allah’ın izniyle Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabının, zulüm ve baskılardan kurtulmak için 622’de Mekke’den Medine’ye göç etmelerine verilen isimdir.

İkinci Akabe Bey’ati’nden sonra müşrikler, Müslümanların sığınıp kendilerini koruyacak bir yere hicret edeceklerini öğrenince, yaptıkları eziyetleri büsbütün artırdılar. Müslümanlar bu dayanılmaz işkenceler sebebiyle Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri için, hâllerini Peygamber Efendimiz’e arz ettiler ve hicret için izin istediler.

Allâh Resûlü, Allâh’ın izni ile Müslümanlara Medîne yollarını işâret etti ve şöyle buyurdu:

“Bundan böyle sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” (Buhârî, Kefâlet, 4)

Onlara Ensâr ile, yâni Medîneli Müslüman kardeşleriyle kucaklaşmalarını emretti ve:

“Allâh Teâlâ sizin için kardeşler ve huzur bulacağınız bir diyâr lutfetti!” buyurdu.

Bundan sonra Müslümanlar, müşriklere hissettirmeden hazırlandılar, birbirlerine yardım ederek gizlice hicret etmeye başladılar.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MUCİZELERİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mucizeleri)

Hz. Peygamber’in, peygamberliğini ispat eden belli başlı mûcizeler vardır.

1. Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm’dan, Mescid-i Aksâ’ya gitmesi ile başlayan isrâ ve mi‘rac mûcizesi (el-İsrâ 17/1).

2. Ayın iki parçaya ayrılması (Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Münâfikun” 46)

3. Taşın Hz. Peygamber’le konuşması (Müslim, “Fezâil”, 2).

4. İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber’in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz. Peygamber’in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması (Buhârî, “Menâkıb”, 25).

5. Hayber fethinde bir Yahudi kadının, Hz. Peygamber’i öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi (Buhârî, “Tıb”, 55; Müslim, “Selâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 6).

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SAVAŞ VE GAZVELERİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Savaşları ve Seferleri)

Bedir Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Bedir Muharebesi veya Bedir Savaşı, 13 Mart 624 (17 Ramazan 2 H.) tarihinde Müslümanların, Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaştır. Müşriklerin sayısı 950 veya bin idi. Yüz veya iki yüzü atlı, yedi yüzü develiydi. Çoğu zırhlıydı. Kureyş’in bütün büyükleri gelmişti. Yanlarına şarkıcı câriyelerini de aldılar, defler çaldırarak ve Müslümanları kötüleyen şiirler okutarak yola çıktılar.[2] Hicretin ikinci yılı, Ramazan ayının on ikisiydi. Allâh Resûlü, Abdullâh bin Ümm-i Mektûm’u namazları kıldırmak üzere Medîne’de vekil bırakarak 313 kişilik ordusuyla şehirden çıktı. Bunların 64’ü Muhâcir, gerisi Ensâr’dandı. Üçü atlı, yetmişi develi, diğerleri de yaya idiler. Nihayetinde iki güç arasında vuku bulan Bedir Savaşı, mü’minlerin zaferiyle neticelendi.

Uhud Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Uhud Muharebesi veya Uhud Savaşı hicretin üçüncü yılında, 23 Mart 625 (7 Şevval 3 H.) Cumartesi günü vuku buldu. Bu savaş Mekkeli müşrikler tarafından Bedir Savaşı’ndaki kayıplarının öcünü almak ve Müslümanların yükselen gücünü kırmak için yapıldı. 70 sahabinin şehit düştüğü Uhud Savaşı’da Peygamber Efendimiz’in amcası, Allah’ın arslanı Hz. Hamza da şehit oldu.

Hendek Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Hendek Muharebesi veya Hendek Savaşı 31 Mart 627 (5 H.) tarihinde Yesrib’in (günümüzde Medine) Mekkeli müşrikler ve Beni Kureyza Yahudileri tarafından sonraki 27 gün boyunca kuşatılmasıdır. Hendek Savaşı Müslümanların Mekkeli müşrikler arasındaki üçüncü ve son muharebedir.

Hudeybiye Antlaşması (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Hudeybiye Antlaşması ya da Hudeybiye Barışı, 628 yılı (6 H.) martında Medineli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan barış antlaşmasıdır. Hudeybiye Barış Antlaşması ile Mekkeli müşrikler, Müslümanların siyasî varlığını resmen kabul etti.

Hayber'in Fethi (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ni, görünüşteki durumuyla İslam cephesinin kuvvetsizliğine hamleden münafıkların bu tavrına Hayber Yahudileri de katılmıştı. Hz. Ali’nin büyük kahramanlıklar gösterdiği Hayber’in fethi 628 yılında (hicretin 7. yılı Muharrem ayı sonlarında) gerçekleşti.

Mute Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
İslam devletinin Medine’de kurulmasından sonra 629 yılında (8 H.) Müslümanlarla Rumlar arasında yapılan ilk savaş.

Mekke'nin Fethi (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Peygamber Efendimiz, 1 Ocak 630 yılında (10 Ramazan 8 H.) 10 bin kişilik bir ordu ile Medine’den çıktı. Dört koldan Mekke’ye giren İslam ordusu, 11 Ocak 630 yılında (20 Ramazan 8 H.) ciddi bir direnişle karşılaşmadan bu mübarek beldeyi fethetti.

Huneyn Gazvesi (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Huneyn Gazvesi veya Huneyn Savaşı, hicretin sekizinci yılında, Mekke’nin fethinden on altı gün sonra pagan Hevâzin ve Sâkif kabileleriyle 27 Ocak 630 yılında (8 Şevval 8 H.) Huneyn vadisinde meydana geldi.

Tebük Seferi (Detaylı bilgi için tıklayınız...)
Hz. Peygamber’in emriyle 631 yılında (9 H.), Şam’da toplanan 40 bin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine’den Tebük’e 30 bin kişilik İslam ordusu gönderildi. Bizans ordusu geri çekildiği için savaş yapılmadı. Tebük seferi, İslam devletine siyasi ve askeri anlamda zafer kazandırdı.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİLİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Yüzü Nasıldı?)

Peygamberimizin terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle, Resûl-i Ekrem’in şemâilini şöyle tasvir eder: “Allah’ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selâm verirdi.” (İbn Sa‘d, I, 422; Taberânî, XXII, 155-156; Beyhakī, II, 154-155; Heysemî, VIII, 273-274; ayrıca bk. HİLYE; ŞEMÂİL)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN AHLAKI

Hz. Peygamber Kıyamet'e kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için (el-Ahzâb 33/21) hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır. (el-Kalem 68/4) Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. Hz. Ayşe, Resûlullah’ın ahlâkının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtmiş (Müslim, Müsâfirîn, 139), Hz. Peygamber de Cenâb-ı Hak tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir. (Münâvî, I, 429) Resûl-i Ekrem güzel ahlâk üzerinde özellikle durmuş, ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildiğini söylemiş (el-Muvaŧŧa, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8; Müsned, II, 381) ve yüzünü güzel yarattığı gibi huyunu da güzelleştirmesi için Allah’a dua etmiş (Müsned, I, 403; VI, 68, 155), mükemmel imanın güzel ahlâklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, Rađâ, 11) Onun başkalarına tavsiye ettiği ahlâk ilkelerini hayatı boyunca uygulaması (Buhârî, Riķāķ, 18) bu ilkelerin daha çok benimsenmesini sağlamıştır.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN EDEP VE NEZAKETİ (Muhammed’in (s.a.v.) Edep Ve Hayası)

Hz. Peygamber, herkese değer verir ve hiçbir şekilde nezaketi ihmal etmezdi. Gördüğü insanlara ayırım yapmadan önce o selâm verir, erkeklerle tokalaşır, muhatabı elini bırakmadıkça o da bırakmazdı. Karşısındakine bütün vücuduyla dönerek konuşur ve muhatabı yüzünü çevirmedikçe Resûl-i Ekrem de çevirmezdi. (Tirmizî, Śıfatü’l-ķıyâme, 46) İnsanlara güzel söz söyler, güleryüz gösterir ve böyle davranmanın sevap olduğunu söylerdi. (Buhârî, Śulĥ, 11, Edeb, 68; Tirmizî, Birr, 36) İki şeyden birini yapmakta serbest bırakıldığında kolay olanı tercih ederdi. (Buhârî, Menâķıb, 23; Müslim, Feżâil, 77) Kendisi binek üzerindeyken yanında bir başkasının yaya yürümesinden rahatsızlık duyardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 127, 128; Nesâî, İstiâźe, 1) Kendisini evlerine davet edenleri kırmaz ve gönüllerinin hoş olması için orada nâfile namaz kılardı. Birinin yanlış bir davranışını veya uygun olmayan kıyafetini gördüğü zaman utandırmamak için ona hatasını söylemez, bu uyarıyı başkalarının yapmasını tercih ederdi. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 8; Edeb, 4)

Ağzından çirkin söz çıkmaz, ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu söylerdi. (Buhârî, Edeb, 38) Hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, şahsına yapılan haksızlıktan dolayı intikam almamıştı. (Müslim, Feżâil, 79) On yıl boyunca hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik’e bir defa bile kızmamış, yaptığı bir hata yüzünden onu azarlamamıştı. (Müslim, Feżâil, 51) Son derece edepliydi ve hayânın imandan olduğunu söylerdi. Bir şeyden hoşlanmadığının ancak yüzünden anlaşıldığı, hanımların bazı özel hallerine dair sordukları sorulara cevap verirken oldukça zorlandığı belirtilmektedir. (Buhârî, Ĥayıż, 13, 14, Śalât, 8, Menâķıb, 23, Edeb, 72, 77)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MERHAMETİ

Resûl-i Ekrem, Müslümanlara karşı çok merhametliydi. Yaptığı bazı nâfile ibadetleri onların da coşkuyla ifa ettiğini görünce bunların farz kılınabileceğini ve sonuçta Müslümanların zor durumda kalacağını düşünerek bu tür ibadetleri yapmaktan vazgeçerdi. (Buhârî, Teheccüd, 5) Çocuklara da sonsuz bir şefkat gösterirdi; onları kucaklayıp öper, bağrına basardı. (Buhârî, Cenâiz, 32) Duada bulunması için kucağına verilen bebeklerin üstünü kirletmesini önemsemez. (Buhârî, Vuđû, 59), kız ve erkek torunlarını omuzuna alıp mescide gider, hatta onlar omuzunda iken namaz kılardı. (Buhârî, Śalât, 106) Namaz sırasında ağlayan bir çocuğun sesini duyunca namazı çabuk kıldırırdı. (Buhârî, Eźân, 65) Kadınların hiçbir şekilde incitilmesini istemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun müminlere olan düşkünlüğünden, şefkat ve merhametinden söz edilmiş, Müslümanların sıkıntıya uğramasının onu çok üzdüğü bildirilmiştir. (et-Tevbe 9/128)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN CÖMERTLİĞİ

Hz. Peygamber, son derece cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman ona çok ihtiyacı da olsa verirdi. Bir defasında yamaçta yayılan koyun sürüsünü görüp birkaç koyun isteyen bedevîye bütün sürüyü vermişti. (Buhârî, “Cenâiz”, 28; “Edeb”, 39) Düşmanları bile Resûl-i Ekrem’in üstün şahsiyetini övmek zorunda kalırdı. Ebû Süfyân, ticaret için gittiği Suriye’de Bizans İmparatoru Herakleios’un Peygamber hakkındaki sorularına cevap verirken onun en belirgin özelliklerinin doğruluk, iffet, ahde vefa ve emanete riayet olduğunu söylemişti. (Buhârî, Bedü’l-vaĥy, 7)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN GÜNLÜK HAYATI

Hz. Peygamber, Mekke’de önce dedesinin, ardından amcasının himayesinde büyümüştü. Bir ara çobanlık yapmış ve ticaretle uğraşmış, nihayet zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer muhacirler gibi o da bir süre ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, Allah’ın Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren âyet (el-Enfâl 8/41) Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu. Resûl-i Ekrem’e büyük hayranlık duyan, Uhud Gazvesi’nde Mekkeliler’e karşı onun yanında savaşan, bu savaşta ölmesi halinde Benî Nadîr arazisindeki hurma bahçelerinin tasarrufunu Resûlullah’a bıraktığını bildiren Yahudi din âlimi, mühtedî sahâbî Muhayrîķ en-Nadrî, Uhud Gazvesi’nde ölünce bahçelerinin geliri Resûl-i Ekrem’e kaldı. Mekkelilerle gizli bir anlaşma yapan Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı. (Buhârî, Meġāzî, 14; Nafaķāt, 3) “Fey” denilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilâve edildi.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ZÜHDÜ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Takvası)

Böylece Medine’ye geldikten bir süre sonra maddî imkânlara kavuşan Resûl-i Ekrem malını Müslümanların ihtiyaçlarına harcar, kendisi son derece mütevazi bir hayat sürerdi. Rızkının ailesine yetecek kadar olmasını ister, canı ve malı emniyette, vücudu sıhhatte, günlük yiyeceği yanında bulunan kimseyi bahtiyar sayardı. (Buhârî, Riķāķ, 17; Tirmizî, Zühd, 34) Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi (Buhârî, Riķāķ, 17) Daha çok bir hasırın üzerinde yatar, hasırın vücudunda iz bırakması sahâbîlerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı. (Tirmizî, Zühd, 44)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN KOMŞULUK İLİŞKİLERİ (Hz. Muhammed (s.a.v.) Komşularına Nasıl Davranırdı?)

Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Evde bulunduğu saatlerde ev işlerine yardımcı olurdu. (Müsned, VI, 256) Önüne getirilen yemekte kusur aramazdı; hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi. (Buhârî, Etime, 21) Yakınında bulunanlara ve komşularına karşı lutufkârdı. İyi bir mümin olabilmek için komşularına iyi davranmak, onları rahatsız etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, komşusunun güvenini kazanmak, pişirdiğinden komşusuna ikram etmek gerektiğini söylerdi. (Buhârî, Menâķıbü’l-enśâr, 20, Nikâĥ, 80, Edeb, 31; Müslim, Îmân, 71-75, Birr, 142; Tirmizî, Birr, 28)

PEYGAMBERİMİZİN YAPTIĞI İBADETLER (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İbadet Hayatı)

Hz. Peygamber, ibadet etmekten derin bir zevk alır, İslâmiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi. (Buhârî, Îmân, 2) Bazan ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu. (Buhârî, Riķāķ, 20) Bazan her namaz için abdest alır, bazan da bir abdestle birkaç namaz kılardı. Farzlardan önce veya sonra sünnet namazları kılar, sabah namazının sünnetine hepsinden fazla ihtimam gösterirdi. (Buhârî, Eźân, 14, 16, Teheccüd, 27; Müslim, Müsâfirîn, 94, 96, 105, 304)

Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanıp doğrulur ve gökyüzüne bakarak Âl-i İmrân Sûresi’nin son on bir âyetini okur, ardından sonuncusu vitir olmak üzere dokuz, on bir veya on üç rek‘at namaz kılardı. (Buhârî, Teheccüd, 10, 16, Tefsîr, 3/17-20; Müslim, Müsâfirîn, 105, 121)

Yolculuk sırasında bineğinin üzerinde de nâfile namaz kılardı. Ramazan ayının son on gününde mescidde itikâfa çekilerek bütün vaktini ibadetle geçirirdi. (Buhârî, İtikâf, 1, Taķśîr, 7-10; Müslim, Müsâfirîn, 69, 74, 78, 79, 143)

Resûl-i Ekrem, Ramazan dışındaki oruçlarında bazan bir ay boyunca hiç oruç tutmayacağını düşündürecek kadar oruca ara verir, bazan da oruca hiç ara vermeyeceği sanılacak kadar uzun süre oruç tutardı; ancak Şâban ayının tamamına yakınını oruçlu geçirirdi. Zaman zaman hiç iftar etmeden ardarda oruç tutar (savm-i visâl), bu sırada kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yedirip içireceğini söyler, ancak açlığa dayanamayacakları gerekçesiyle başkalarının bu şekilde oruç tutmasına izin vermezdi. (Buhârî, Śavm, 20, 48-50, 52, 53; Müslim, Śıyâm, 55-61, 172-180)

Zekâta tâbi olacak kadar bir malı evinde iki üç günden fazla tutmadığı için hiçbir zaman zekât mükellefi olmadı. Hayatının son yılında Vedâ haccı diye bilinen ilk ve son haccını yaptı. Her yıl Ramazan ayında Cebrâil ile o güne kadar inen âyetleri birbirlerine okurlardı. (Buhârî, Feżâilü’l-Ķurân, 7) Resûl-i Ekrem, her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım sûrelerini, yatmadan önce Secde ve Mülk veya İsrâ ve Zümer Sûrelerini okurdu. (Tirmizî, Feżâilü’l-Ķurân, 9, 21)

Kendisi veya bir başkası rahatsızlandığı zaman ise Muavvizeteyn gibi bazı sûre ve âyetleri okurdu. (Müslim, Selâm, 50, 51)

Allah’ı her durumda anıp zikreden Hz. Peygamber’in (Müslim, Hayıż, 117) günlük dua ve zikirleri vardır. Her gün yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ettiğini söyler, yerken ve içerken, evine girerken ve çıkarken, yatarken ve kalkarken, elbisesini değiştirirken çeşitli dualar okurdu. Dua etmek için belli bir zamanı seçmemekle beraber gündüz ve gecenin çeşitli saatlerinde, özellikle geceleyin ibadet etmek için kalktığında ve ‘Bakī Mezarlığı’na gittiğinde uzun uzun dua ederdi. (Buhârî, Teheccüd, 1, Daavât, 3; Müslim, Źikir, 42; Nesâî, Cenâiz, 103)

Resûl-i Ekrem’in ibadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye eder, Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi. (Buhârî, Îmân, 43, Śavm, 52; Müslim, Müsâfirîn, 215-221)

Bir gecede Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek, sabaha kadar namaz kılmak, Ramazan dışında bütün bir ay oruç tutmak gibi bir âdeti yoktu. (Müslim, Müsâfirîn, 139; Nesâî, Ķıyâmü’l-leyl, 17)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞAHSİYETİ VE NÜBÜVVETİ

Allah Resûlü, mürüvvet itibârıyla kavminin en üstünü, soy itibârıyla en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeli idi. Komşuluk hakkına en ziyâde riâyet eden, hilim ve sadâkatte en üstün olan, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en uzak duran O idi. Hiç kimseyi kınayıp ayıpladığı, hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti. Güzel ahlâkı ile bütün insanlar arasında temâyüz ediyordu. Herkes O’nu iyilik ve güzel davranışlarıyla tanıyor ve hürmet ediyordu. Resûlullah, zor şartlar altında peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi.

PEYGAMBERİMİZİN VEFATI

Peygamber Efendimizin vefâtına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil Aleyhisselam’ı göndererek Resûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil Aleyhisselam bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil Aleyhisselam de bulunduğu hâlde geldi. Cebrâil Aleyhisselam: “–Ey Allâh’ın Resûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Sen’den sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi.

Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimizin önünde durdu ve: “–Yâ Resûlallâh! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve Sen’in her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi.

Peygamber Efendimiz: “–Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu.

Azrâil Aleyhisselam: “–Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi.

Cebrâil Aleyhisselam: “–Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi.

Peygamber Efendimiz: “–Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu.

Peygamber Efendimiz, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve: “–Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ıztırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve: “–Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice ulvî hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti.

PEYGAMBERİMİZ KAÇ YAŞINDA NEREDE VE HANGİ TARİHTE VEFAT ETTİ?

Peygamber Efendimiz; 8 Haziran 632 yılında (Hicri 11, Rebiülevvel 12) Pazartesi günü, Medine’de ve 63 yaşında vefat etti.

PEYGAMBERİMİZİN KABRİ NEREDEDİR? (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Kabri Nerede?)

Peygamberimizin kabri, Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin içinde Ravza-i Mutahhara’da yer almaktadır. Riyazul Cenne yani Cennet Bahçeleri olarak da bilinir. Ravza bahçe anlamındadır.


Kaynaklar:

1. DİA

2. Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları



3. Osman Nuri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları


4.Hz.MUHAMMED (TDV İSLAM ANSİKLOBEDİSİ)

https://islamansiklopedisi.org.tr/muhammed

Hz.ŞA'YA(A.S) Ve Hz.İRMİYA (A.S) (İSMİ ANILMAYAN ELÇİLER)


İSMİ ANILMAYAN ELÇİLER

Hz.ŞA'YA(A.S) Ve Hz.İRMİYA (A.S)

Şâ'yâ (as): Şâ'yâ b. Emus veya Emsıya'dır.

İrmiya (as): İrmiya b. Hılkıya; Lavi b. Yâkub Aleyhisselâm'ın soyundan gelen Hârûn b. İmran Aleyhisselâmın soyundandı.

İnsanlık tarihi, aynı zamanda peygamberler tarihidir. Çünkü Cenab-ı Mevlâ her kavme bir hidayetçi gönderdiğini buyuruyor. Bir rivayet, insanlığa gönderilen peygamberlerin sayısını yüzyirmidörtbin olarak veriyor. Bunların sadece yirmibeşinin ismi Kur’an’da zikredilir. Bu yazı dizimizde, ayetlerde ismi geçmeyen fakat kıssalarına değinilen peygamberleri konu ediniyoruz.

Peygamberler, Allahu Tealâ tarafından, emir ve yasaklarını kullarına tebliğ etmek ve hidayet yolunu göstermek amacıyla gönderilen insanlardır. Onlar, Allahu Tealâ’nın seçilmiş kullarıdır. Bu, çalışmakla veya çok ibadet etmekle elde edilecek bir derece değildir.

“Andolsun ki, biz senden önce nice peygamberler gönderdik. Onlardan bir kısmını sana anlattık, bir kısmını da anlatmadık.” (Mü’min, 78)

“Her kavmin bir hidayet davetçisi vardır.” (Ra’d, 7)

“Her ümmetin bir peygamberi vardır” (Yunus, 47) gibi birçok ayet göz önünde bulundurulduğunda, insanlık tarihi boyunca kulların hidayeti için gönderilen peygamberlerin sayısının çokluğu anlaşılabilir.

Yüzyirmidörtbin İlâhi Elçi

Sahabeden Ebu Zerr el-Gıfari r.a. şöyle anlatır:

Ben Hz. Rasulullah’a: “Ey Allah’ın Rasulü! Nebilerin ilki hangisidir?” diye sordum. “Adem’dir.” buyurdu. Ben tekrar: “O Nebi miydi?” diye sordum, “Evet o, Allah ile bizatihi konuşmuş bir Nebi idi.” dedi. Ben: “Ey Allah’ın Rasulü, peygamberlerin sayısı kaçtır?” diye sordum; “Yüzyirmidörtbindir.” buyurdular. (Suyutî: ed-Dürrü’l-Mensur 1/125)

Cenab-ı Allah, hikmeti icabı Kur’an-ı Kerim’inde Adem a.s.’dan Peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.v.’e kadar, isimleri ile birlikte peygamberliği kesin olarak bilinen yirmibeş peygamberin ismini vermiştir. Bu isimler şöyledir:

Adem a.s., İdris a.s., Nuh a.s., Hûd a.s., Salih a.s., İbrahim a.s., İsmail a.s., İshak a.s., Lût a.s., Yakub a.s., Yusuf a.s., Eyyub a.s., Zülkifl a.s., Şuayb a.s., Musa a.s., Harun a.s., İlyas a.s., Elyesa a.s., Yunus a.s., Davud a.s., Süleyman a.s., Zekeriyya a.s., Yahya a.s., İsa a.s. ve Muhammed s.a.v.

Bununla beraber, Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan; ancak açıkça peygamber olduğu zikredilmeyen Üzeyr, Lokman, Zü’l-Karneyn gibi salih kulların isimleri de zikredilir.

Yüce Allah, bu peygamberlerden bazılarını kendisine daha yakın tutarak, onların azim, gayret, sabır ve üstün fazilet sahibi olmalarından bahsetmiştir. (Ahkâf, 35; Bakara, 235) Rivayette azim sahibi peygamberlerin, Nuh a.s., İbrahim a.s., Musa a.s., İsa a.s. ve bütün peygamberlerin serdarı Hz . Muhammed s.a.v. Efendimiz olarak belirtilmiştir.

Bir de Kur’an-ı Kerim’de isminin zikredilmemesine rağmen kendilerinden bahsedilen ve başlarından geçen olaylar anlatılan bir çok peygamber vardır. İlâhi bir hikmet gereği ismi anılmayan bu peygamberler, ya bir başka peygamberin yol arkadaşı olarak anlatılmış, ya da helâk olmak üzere olan bir topluluğun kurtarıcısı olarak zikredilmiştir.

Hidayet ve Dalâlet Arasında Gidip Gelen Millet: İsrailoğulları

İnsanlık tarihinde en çok peygamber gönderilen kavim olarak İsrailoğulları bilinir. İsrailoğulları , peygamberlere iman hususunda köklü bir geleneğe sahip idiler. Zira, neslinden geldikleri Yakup a.s. ve ondan sonra gelen birçok peygambere başta mukaddes kitapları Tevrat vasıtası ile inanmakta idiler.

Fakat bu milletin peygamberlerine olan sadakat ve bağlılıkları hiçbir zaman uzun sürmedi; kitaplarını tahrif ettiler ve sapkınlığa düştüler. Sonra da başlarına bir musibetin geleceğini anladıklarında hemen Allah’a yalvararak, kendilerine yol gösterecek, düşmanlarının zulmünden kurtaracak bir peygamber istediler. Bunu her fırsatta yaptılar.

İsrailoğulları’na bu kadar çok peygamberin gönderilmesi, Allah’a ve peygamber inancına sahip bir topluluğun, dalâlet içinde sıkıştıklarında dahi, bir peygamber göndermesini dilemelerinden olsa gerek! Zaten Hz. Yakub a.s. ve sonraki peygamberler halkası, bu kavmin başından ayrılmayacak, dalâlete saplandıkları zamanlarda onlara yol gösterecek hidayet rehberlerinin olması için Allah’a dua etmişlerdir.

Duasıyla Kavmini Kurtaran Peygamber: Hz. Şa’ya a.s.

Musa ve Harun a.s.’dan sonra Allahu Tealâ, İsrailoğulları’nın başına her hükümdar geçtiğinde, beraberinde bir peygamber gönderirdi. Şa’ya a.s. da Sıdkıya diye bilinen bir hükümdar zamanında gönderilmişti. Kavmine, Hz. İsa a.s. ve Hz. Muhammed s.a.v.’in geleceğini haber vermişti.

İsrailoğuları devlet işlerinde hükümdarları Sıdkıya’nın, dinî hususlarda da Şa’ya a.s.’ın emirlerine itaat ederlerdi. Fakat Sıdkıya’nın hükümdarlığının son zamanlarına doğru sapıtıp hak ve batıl çizgisini aştıklarında, Allah onlara Babil kralı Senharib’i (Sencarib) gönderdi. Senharib bütün ordusuyla Beytülmakdis’i kuşattı. Gördükleri karşısında korkularından ne yapacaklarını bilemeyen İsrailoğulları, Şa’ya a.s.’a kendilerini Senharib’in ordusundan kurtarması için Allah’a dua etmesi dileğinde bulundular. Şa’ya a.s. Allah’a kavminin kurtulması için dua etti. Senharib’in ordusu veba hastalığına yakalanıp kısa sürede kırıldı.

Kralları Sıdkıya’nın ölümünden sonra İsrailoğulları’nın işleri bozuldu. Hükümdarlık için birbirlerini öldürmeye başladılar. Mukaddes kitapları Tevrat’ı unuttular. Bunun üzerine Allah, Şa’ya a.s.’a kavmine ikazlarda bulunmasını emretti. O da kavmini toplayarak öğütlerde bulundu. Allah’ın verdiği nimetleri unuturlarsa başlarına tahmin bile edemeyecekleri musibetlerin geleceğini anlattı. Şa’ya a.s. konuşmasını bitirince, azgın İsrailoğulları onu yakaladılar ve şehit ettiler.

Şa’ya a.s. ve kendisinden sonra gelecek olan İrmiya a.s.’ın kavimlerini helâk etmek için toplanan ordular hakkında Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Biz Kitap’ta İsrailoğullarına : Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik.” (İsra, 4)

Bakara Suresi’nin 256. ayetinde de İsrailoğulları’nın bitmek tükenmek bilmeyen dalâletten hidayete yolculuğu için, onlara gönderilen peygamberlerden İrmiya a.s.’ın kıssası anlatılmaktadır.

Yüz Yıl Sonra Diriltilen Peygamber: Hz. İrmiya a.s.

İrmiya a.s., Yakub a.s.’ın soyundan gelen Harun b. İmran a.s.’ın neslindendir. Hz. Musa a.s.’dan Hz. İsa a.s.’a kadar olan zaman içerisinde gönderilen, Danyal a.s. ile aynı asırda görev yapmış peygamberlerden biridir.

Bu dönem, İsrailoğulları’nın kendilerine gönderilen peygamberleri öldürmeye başladıkları, aralarında sapıklığın iyice yaygınlaştığı, haramların helal sayılmaya başlandığı bir dönem idi. Allah’ın kendilerini, Senharib’in muhteşem ordularının felaketinden kurtardığını unutarak doğru yoldan sapmışlardı.

Bunun üzerine Yüce Allah, İrmiya a.s.’a: “İzzetime yemin ederim ki, ben onlara öyle bir fitne ve bela salacağım ki, o dilsizleri konuşturacak, akıl sahiplerinin akıllarını alacak!” buyurdu. Hz. İrmiya a.s. bu ilâhi tehdidi işitince ağlamaya ve bu musibetin kalkması için dua edip yalvarmaya başladı.

Allah, peygamberinin duasını kabul buyurdu. Fakat aradan üç sene geçmesine rağmen İsrailoğulları eski tutumlarını hiç değiştirmediler.

Zulmün ve haksızlığın hesabını her yerde gören Yüce Allah, Şam taraflarında hakimiyet süren Buht-Nassar adlı bir hükümdarın kalbine Beytülmakdis’te bulunan İsrailoğulları üzerine yürümesini ilham etti. Buht-Nassar, ufukları kaplayan, adeta çekirge sürülerini andıran ordusuyla Beytülmakdis üzerine yürüdü. Kısa bir müddet içinde Beytülmakdis’e girdi. İsrailoğulları’nı kılıçtan geçirdi. Hatta askerlerine emir vererek Beytülmakdis’in üzerini kumlarla kapattırdı. İsrailoğulları başlarına gelecek felaketi kendileri hazırlamışlardı.

Beytülmakdis’in yıkılıp harap edilmesinden sora, İrmiya a.s. oradan ayrılıp, kimsenin olmadığı yerlerde uzlet hayatı yaşamaya başladı . Allah ona uzun bir ömür verdi.

Buht-Nassar ordusuyla beraber Kudüs’ten çekilip Babil’e geri döndüğünde, İrmiya a.s. bir sepet incir ve biraz üzüm şırasıyla merkebine binerek tekrar Kudüs’e geldi. Oranın nasıl harap edildiğine baktı. O esnada Allah ona bir ölüm uykusu verdi. Bu zaman içerisinde kimse onu göremedi. Nihayet Cenab-ı Allah, yüz yıllık bir ölümden sonra kudretiyle onun gözlerini açtı. İrmiya a.s. şehrin nasıl imar edildiğine baktı. Sonra cesedinin ve merkebinin kemiklerinin nasılda bir araya getirildiğini izledi. Daha sonra ayağa kalktı, Yüce Allah’ın kudretini apaçık görünce: “Ben biliyorum ki, Allah her şeye gücü yetendir.” dedi. İrmiya a.s.’ın bu kıssası Bakara Suresi’nin 259. ayetinde şöyle anlatılır:

“Görmedin mi o kimseyi ki, binaların çatıları çökmüş, duvarları birbiri üstüne yıkılmış, kimsecikleri kalmamış bir beldeye uğrayarak kendi kendine:

- Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek? demişti. Allah’ta onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra dirilterek kendisine:

- Ne kadar kaldın? diye sormuştu. O da:

- Bir gün, yahut bir günden daha az, demişti. Allah ona:

- Hayır, yüz yıl ölü kaldın! İşte, yiyeceğine-içeceğine bak, daha bozulmamış. Bir de merkebine bak. Seni insanlara ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyor, sonra ona et giydiriyoruz, dedi.

Durum kendisine malum olunca:

- Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.”

Hüseyin Okur
Semerkand Dergisi | Ocak 2004

Hz.ZÜLKARNEYN(A.S) (Evliyada olabilir)




Hz.ZÜLKARNEYN(A.S) (Evliyada olabilir)

ذو القرنين



Zülkarneyn (Arapça: ذو القرنين), İslam dininin kutsal kitabı Kur'an'ın Kehf Suresi'nde geçen bir kişidir. Peygamber olup olmadığı tartışmalıdır.

Kur’an’da kendisine büyük güç ve imkân verildiği bildirilen kişi.

Sözlükte “sahip, mâlik” anlamındaki zû ile “boynuz, kâkül, şakak; aynı dönemde yaşayan nesil, akran” gibi mânalara gelen karn kelimesinin (Ezherî, Tehẕîbü’l-luġa, “ḳrn” md.) tesniye kalıbından oluşturulan zü’l-karneyn terkibinin anlamı karn kelimesine verilen mânaya göre değişir (Hasan el-Mustafavî, IX, 274-278). Mekke döneminde yahudilerin veya daha kuvvetli bir ihtimalle yahudilerin yönlendirmesiyle Kureyşli müşriklerin Hz. Peygamber’i imtihan etmek maksadıyla sordukları üç sorudan birine cevap mahiyetinde nâzil olan Kehf sûresinin 83-98. âyetlerindeki kıssada (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, IV, 174, 271; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 100) üç defa geçen Zülkarneyn kelimesinin bir özel isim mi yoksa lakap mı olduğu açık değilse de hâkim görüş lakap olduğu yönündedir. Gerek Arap dilinde lakap ve sıfata delâlet eden “zülcenâhayn, zülyedeyn” gibi kelimelerin bulunması gerekse Kur’an’da Hz. Yûnus’tan “zennûn/zünnûn” diye söz edilmesi (el-Enbiyâ 21/87) Zülkarneyn’in özel isimden ziyade lakap olabileceğini düşündürmektedir; fakat bu lakabın ne mânaya geldiği de açık değildir.

İslâmî kaynaklarda yer alan ve önemli bir kısmı İsrâiliyat türü rivayetlere dayandığı anlaşılan farklı izahlara göre Kehf sûresinin 83-98. âyetlerinde konu edilen kişinin doğuya ve batıya seferler düzenleyip büyük fetihler yapan bir cihangir olduğu, insanları tevhide davet ettiği için inkârcılar tarafından başının iki tarafına vurularak öldürüldüğü, başında boynuza benzer iki çıkıntının yer aldığı, tacının üstünde bakırdan iki boynuz bulunduğu, saçlarının iki örgülü olduğu, emrine ışık ve karanlığın verildiği, rüyasında kendini gökyüzüne tırmanmış ve güneşin iki kenarından tutunmuş halde gördüğü, hem anne hem baba tarafından asil bir soya mensup bulunduğu, İran ve Yunan asıllı iki soydan geldiği, hayatı boyunca iki nesil gelip geçtiği, büyük cesaretinden dolayı veya savaşta düşmanlarını âdeta koç gibi vurup devirdiği yahut kendisine zâhir ve bâtın ilmi verildiği için Zülkarneyn diye anıldığı belirtilir (Sa‘lebî, el-Keşf, IV, 146; Fahreddin er-Râzî, XXI, 140). Bazı müfessirler, karn kelimesinin Arapça’da kâkül/zülüf anlamındaki kullanımının yaygınlığına atıfla söz konusu lakabın “iki örgülü” mânasına geldiğini söylese de (İbn Âşûr, XVI, 19) Kehf sûresinin 85-86 ve 89-90. âyetlerinde Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametinde iki seferine işaret edilmesi, ilk açıklamanın daha isabetli olduğunu düşündürmektedir. Buna göre Zülkarneyn lakabı “cihangir, cihan hükümdarı” gibi bir mâna ifade etmektedir. Bu izah, Zülkarneyn’in Bizans ve İran’ı ele geçirmesinden dolayı bu lakapla anıldığı yolundaki Ehl-i kitap kaynaklı görüşün yanı sıra (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, VIII, 271) Zülkarneyn lakabının kinaye yoluyla güç ve iktidarı simgelediği, bu sembolik anlamın nüzûl dönemindeki yahudilerce bilindiği yönündeki tesbitlerle de desteklenebilir (Kāsımî, VII, 76). Nitekim Eski Ahid’in Daniel kitabında (8/3, 20) koç ve iki boynuz imgesiyle ilgili bir rü’yetten/vizyondan söz edilmekte ve iki uzun boynuzlu koçun Med ve Pers krallarını simgelediği belirtilmektedir.

Kur’an’da yer alan Zülkarneyn kıssasıyla ilgili ifadeler oldukça veciz ve müphemdir. Bu durum kıssayla ilgili tarihî bir çerçeve belirlemeyi güçleştirmektedir. İlgili âyetlerdeki ifadelere göre Zülkarneyn, Allah tarafından kendisine verilen büyük güç ve geniş imkânlar sayesinde dünyanın doğusuna ve batısına iki sefer düzenlemiştir. Batı istikametindeki ilk seferinde karşılaştığı bir halka zulümden/şirkten sakınma, Allah’a iman, sâlih amel ve güzel mükâfat gibi kavramlarla ifade edilen bir dinî-ahlâkî tebliğde bulunmuştur. Ardından doğu istikametinde ikinci bir sefere çıkmış ve bu sefer sırasında kendilerini güneşten koruyacak gölgelikleri bulunmayan başka bir kavimle karşılaşmıştır. Daha sonra muhtemelen kuzeydeki dağlık bir bölgeye üçüncü bir sefer düzenlemiş, bu sefer sırasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan fesatçı ve saldırgan bir kavim veya kavimlerden şikâyetçi olan bir halkla karşılaşmış, onların isteği üzerine söz konusu bölgedeki bir geçide demir kütleler ve bakırı eritmek suretiyle sağlam bir set inşa etmiştir. Bu seddin inşası karşılığında halkın kendisine ücret ödeme teklifini, “Rabbimin bana lutfettiği geniş imkânların yanında sizin vereceğiniz ücretin kıymeti yoktur” diyerek geri çevirmiş, ancak onlardan kendisine beden gücüyle yardımda bulunmalarını istemiştir. İnşa faaliyeti tamamlanınca Ye’cûc ve Me’cûc gedik bile açamadıkları bu seddi aşamamışlardır. Zülkarneyn onlara bu başarısının ilâhî lutuf sayesinde gerçekleştiğini belirtmiş ve seddin ancak Allah’ın belirlediği vakit geldiğinde yıkılacağını söylemiştir. Zülkarneyn’in büyük güç ve imkân sahibi kılınması kıssada “sebep” kelimesiyle ifade edilmiştir (el-Kehf 18/84). Müfessirler bu kelimeyi genellikle “amaç ve arzuya ulaştıran ilim” diye açıklamıştır. Ancak bazı tefsirlerde sebebin bir şeye nâil olmayı sağlayan her türlü imkândan istiare olarak kullanıldığı belirtilmiştir (Fahreddin er-Râzî, XXI, 141; Kurtubî, XI, 33). Buna göre Zülkarneyn’e verilen sebebin geniş anlamda akıl, ilim, irade, kuvvet, kudret, imkân gibi amaca ulaşmayı mümkün kılan her şeyi kapsadığını söylemek mümkündür (Şîrâzî, VII, 588).

Zülkarneyn “iki asır sâhibi” anlamına gelir. Hz. Zülkarneyn’in (a.s.) peygamber mi yoksa velî mi olduğu ihtilâflıdır. Hz. Zülkarneyn (a.s.) İbrahim Aleyhisselam zamanında yaşadı. Onunla haccetti ve duasını aldı. Kur’an’da doğu ve batıya yaptığı seferleri zikredilir. Yeryüzünün tamamına hakim olan dört kişiden biri olduğu rivayet edilir.

Zülkarneyn Aleyhisselam teyzeoğlu Hızır Aleyhisselam’a ordusunda kumandanlık vazifesi verdi. Kâfirlerle savaştı. Yecuc ve Mecuc kavmine karşı bakır ve demir karışımı bir set yaptı. Allah’ın dînini, tevhîd akîdesini yaydı; insanlara hakkı ve hakîkati tebliğ etti. Medîne ile Şam arasında “Dûmetü’l-Cendel” denilen yerde vefat etti. Mekke civarında “Tihame” dağlarına defnedildi.

Kur’an’da doğu ve batıya yaptığı seferlerle zikredilen Zülkarneyn Peygamber’in hayatı.

HZ. ZÜLKARNEYN’İN (A.S.) HAYATI - Zülkarneyn Aleyhisselam Kimdir?

Zülkarneyn kelimesi “iki asır sâhibi” mânâsına gelmektedir. Dünyânın şark ve garbını dolaşması, Allâh’ın kendisine nûr ve zulmeti Mûsâhhar kılması (emrine vermesi) gibi sebeplerle O’na Zülkarneyn lâkabı verildiği nakledilmektedir.

HZ. ZÜLKARNEYN (A.S.) PEYGAMBER Mİ?

Hazret-i Zülkarneyn’in Peygamber mi yoksa velî mi olduğu husûsunda ihtilâf vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de doğuya ve batıya yaptığı seferleri zikredilmiştir. Hazret-i Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır. Asıl ismi İskender’dir. Ancak Hazret-i Zülkarneyn, Makedonyalı İskender ile karıştırılmamalıdır. Târihteki Büyük İskender, M.Ö. III. asırda Makedonya’da dünyâya gelmiş, Hindistan’a kadar gitmiştir. Aristo’nun talebesidir.

HZ. ZÜLKARNEYN (A.S.) NE ZAMAN YAŞADI?

İskender-i Zülkarneyn -aleyhisselâm- ise, Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- zamanında yaşamıştır. Hattâ onunla haccetmiş, duâsını almıştır.

Makedonyalı İskender’in seferleri, Hazret-i Zülkarneyn’in seferleri gibi, doğu ve batıdaki fetihler olarak değerlendirilemez. Yine Makedonyalı İskender, tarihî bilgilere göre herhangi bir sed inşâ etmemiştir. Şunu da söyleyebiliriz ki, Makedonyalı İskender Allâh’a îmân eden bir kimse değildi. Mağlup ettiği milletlere karşı da şefkat ve adâletle davranmamıştı. Bütün hayâtı kayda geçirilen bu İskender ile Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın hâlleri arasında en küçük bir benzerlik mevcud değildir. Buna ilâveten Makedonyalı İskender’in “Zülkarneyn” vasfını hâiz olabilecek bir husûsiyeti de yoktur.

Rivâyete göre Zülkarneyn -aleyhisselâm-, teyzeoğlu Hızır -aleyhisselâm-’a ordusunda kumandanlık vazifesi verdi. Kâfirlerle savaştı. Ye’cûc ve Me’cûc kavmine karşı bakır ve demir karışımı bir set yaptı. Allâh’ın dînini, tevhîd akîdesini yaydı; insanlara hakkı ve hakîkati tebliğ etti.

HZ.ZÜLKARNEYN’İN (A.S.) KABRİ NEREDE?

Medîne-i Münevvere ile Şam arasında “Dûmetü’l-Cendel” denilen yerde vefât etti. Mekke civârında “Tihâme” dağlarına defnedildi.

YERYÜZÜNE HAKİM OLAN 4 KİŞİ

Kurtubî’nin tefsîrinde rivâyet edildiğine göre yeryüzünün tamamına sâdece dört kişi hâkim olabilmiştir. Bunların ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar, Zülkarneyn ile Süleyman -aleyhimesselâm-; kâfir olanlar ise, Nemrûd ve Buhtünnasr’dır. Hükmünü bütün dünyâya icrâ edecek beşinci bir şahıs da bu ümmetten olacaktır. O da; “Allâh, İslâm’ı bütün dinlere üstün kılacaktır.” (et-Tevbe, 33) âyeti mûcibince Mehdî -aleyhisselâm-’dır. (Kurtubî, Tefsîr, XI, 47-48)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın yeryüzünün doğularına ve batılarına ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği sorulunca şu cevâbı vermiştir:

“Bulutlar boyun eğdirilir, lâzım olan her şey emrine verilir, nûrlar ona açılır da gece ile gündüz kendisi için müsâvî olurdu.” (İbn-i İshâk, Sîret, s. 185)

ZÜLKARNEYN KİMDİR?

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’de yaşamış olan eski kavimlerin başından geçen ibretli hâdiseleri anlatırken Yahûdîler ve İranlılar, geçmiş ümmetlerin hikâyelerini kendilerine göre anlatmaya başladılar. Medîne’de, Âhirzaman Peygamberi’nin kendi içlerinden çıkacağına inanan Yahûdîler vardı. Bunlar, Mekkeli müşriklere:

“Orada bir peygamber çıkmış, eğer o hakîkî bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse, hakîkaten peygamberdir; kendisine tâbî olun! Fakat o, bu üç şeyden haber veremezse, yalancıdır!” dediler.

Mekkeli müşrikler de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek:

“Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular.

Bunun üzerine Kehf Sûresi nâzil oldu. Bu sûrede Zülkarneyn -aleyhisselâm-’dan bahisle şöyle buyruldu:

“Bir de Sana Zülkarneyn’den suâl ediyorlar. De ki: «Size O’nun haberlerinden bir kısmını nakledeceğim.» Gerçekten Biz, O’nu yeryüzünde iktidar sâhibi kıldık ve O’na, ulaşmak istediği her şeyi elde etmenin bir yolunu verdik.” (el-Kehf, 83-84) (Âlûsî, Tefsîr, XVI, 24; Vâhidî, s. 306)

HZ.ZÜLKARNEYN’İN (A.S.) ÖZELLİKLERİ

Allâh Teâlâ Zülkarneyn -aleyhisselâm-’a güç verdi. O da doğuya ve batıya seferlerde bulundu, Sedd-i Zülkarneyn’i yaptı. Bu sed, bakırla karıştırılmış demirden idi.
Bulutlar ve başka vâsıtalar Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın emrinde idi.
Kendisine ilim ve kudret verildi. Böylece müstesnâ bir tasarruf ve hâkimiyet sâhibi oldu.
O’na beyaz ve siyah sancak ihsân edildi. Gündüz giderken, siyah sancağı arkasına koyunca, ardını karanlık basıyordu. Böylelikle gelen düşman, kendisini bulamıyor ve yolunu kaybediyordu. Karanlıklar içinde kalarak mağlûb oluyordu. Geceleyin ise, beyaz sancağı önüne alıyor, kendisi ve askerleri için gündüz gibi bir aydınlık teşekkül ediyor ve düşmana karşı büyük zaferler kazanıyordu.
Zülkarneyn -aleyhisselâm-, âdil, tebaasına karşı merhametli bir hükümdardı. Fethettiği bölgelerdeki insanlara:
“Aranızda suçsuz olanlar için endişeye mahal yok, iyilik yapanlar bunun karşılığını görür.” diyerek, gösterdiği merhamet, müsâmaha ve anlayışla insanların gönlünde taht kurardı. İnsanlığın hayrına olan her şeyi severdi.

Hırsına mağlup bir insan değildi. İnsanlar sed yapması için kendisine mâlî yardımda bulunmayı teklif ettiklerinde: “Allâh ihsanda bulunduğu şeylerle beni sizden müstağnî kılmıştır. Siz bana bizzat çalışarak beden kuvvetinizle yardım edin.” demişti.
Cömert bir kimseydi. Diğer hükümdarlar gibi servet peşinde koşmazdı. İkrâmı bol, affetmeyi seven, hilm ve şefkat sâhibi bir hükümdardı.
Tevâzû sâhibi, vakur ve hikmet ehli bir kimseydi. Esas gâyesi insanlığa hizmet ve mazlumlara adâlet götürmekti. O, servetin, hükümdarların refâhı için değil, halka hizmet için olduğunu düşünürdü.


HZ.ZÜLKARNEYN’İN (A.S.) TEVHÎDE DAVET SEFERLERİ

Zülkarneyn -aleyhisselâm-, memleketinin sınırlarını genişletip devletini güçlendirdi. Allâh’ın emir ve nehiylerini dünyâya tebliğ etmeye başladı. Mü’minlerden meydana gelen ordusu ile ilk önce batıya yürüdü. Her yerde kâfirleri tevhîd akîdesine dâvet etti. Batının son noktasına kadar ilerledi. Artık karalar bitmiş, engin denizlerin kıyılarına ulaşmıştı. Güneş, sanki kara bir çamur pınarına batıyor gibiydi. Orada kâfir bir kavme rastladı. Onların bir kısmı îmân etti. Îmân etmeyenlerle harb ederek hepsini mağlûb etti. Sonunda onlar da tevbe edip topluca tevhîd akîdesini kabûl ettiler. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle anlatılır:

“O da (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere vardığı zaman güneşi, (sanki) kara bir balçıkta batıyor buldu. Orada bir kavme rastladı. Biz ona dedik ki: «Ey Zülkarneyn! Onları ister cezâlandırırsın, istersen onlar hakkında iyi davranırsın.” (el-Kehf, 85-86)

Kendisine bu şekilde selâhiyet verilen Hazret-i Zülkarneyn -aleyhisselâm-, ilâhî ölçülere göre hareket ederek:

“O da demişti ki: «Kim haksızlık ederse muhakkak ona azâb ederiz; sonra Rabbine geri döndürülür, O da onu görülmemiş bir azâb ile cezâlandırır. Fakat her kim de îmân edip sâlih ameller yaparsa buna da mükâfat olarak en güzel âkıbet vardır ve ona emrimizden kolay, güzel ve yumuşak sözler söyleriz.»” (el-Kehf, 87-88)

Böylece Zülkarneyn -aleyhisselâm-, insanları dâimâ îmâna dâvet etti. Kendisine tâbî olanlar kurtuluşa erdiler, îmân etmeyenler, cezâlarını gördüler.

Zülkarneyn -aleyhisselâm-, batıdan sonra doğuya sefer yaptı. Güneşin doğduğu yere vardı. Âyette şöyle buyrulur:

“Sonra yine bir yol tuttu. Güneşin doğduğu yere varınca, onun, kendilerini sıcaktan koruyacak bir siper nasîb etmediğimiz bir halk üzerine doğduğunu gördü. İşte Zülkarneyn, böyle yüksek bir hükümranlığa sâhip idi. Onun yanında ne var ne yoksa Biz hepsini ihâta etmiştik, biliyorduk.” (el-Kehf, 89-91)

Hazret-i Zülkarneyn’in, arka arkaya ülkeler fethederek doğu tarafına ilerlediği, nihâyet medenî yaşayışın sona erdiği, ibtidâî (çıplak, evsiz barksız) şekilde yaşayan insanların bulunduğu en uzak bir doğuya ulaştığı anlaşılıyor.

Buranın insanları, güneş vurunca mağaralara veya denize girerlerdi. Ancak güneşin şiddetli sıcağı geçince ihtiyaçlarını karşılamak üzere mağaralarından dışarı çıkarlar, geçimlerini temin için çalışırlardı. Zülkarneyn -aleyhisselâm-, onları da hak dîne dâvet etti.

Daha sonra kuzeye sefer yaptı. Yabancı dille konuşan bir kavim vardı. Tercüman vâsıtası ile konuşuyorlardı. Allâh Teâlâ buyurur:

“Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu.” (el-Kehf, 92-93)

Hazret-i Zülkarneyn’in karşılaştığı bu insanlar, Zülkarneyn -aleyhisselâm-’a Ye’cûc ve Me’cûc isimli yaratıkların kendilerini rahatsız ettiklerinden şikâyet ettiler. O’ndan kendilerini bu zararlı yaratıklardan koruyacak bir set yapmasını istediler. Bunun üzerine “Sedd-i Zülkarneyn” yapıldı. Bu kavim de, hidâyet yolunu seçip müslüman oldu. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“«Ey Zülkarneyn!» dediler, «Ye’cûc ve Me’cûc bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Bizimle onlar arasında sed yapman için sana bir vergi vermeyi teklif ediyoruz, ne dersin?»

O da şöyle cevap verdi: «Rabbimin bana verdiği imkânlar, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır. Siz bana beden kuvvetiyle yardımcı olun da sizinle onlar arasında sağlam bir sed yapayım. Demir kütleleri bana getirin.»

Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince:

«Körükleyin!» dedi. Onu ateş hâline getirince,

«Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim» dedi. Artık o Ye’cûc ve Me’cûc’ün ne seddi aşmaya ne de onda delik açmaya güçleri yetmedi. Zülkarneyn şöyle dedi: «Bu, Rabbimden bir rahmettir, bir lutuftur. Rabbimin tâyin ettiği vakit gelince, bunu yerle bir eder. Rabbimin va‘di mutlakâ gerçekleşir.»” (el-Kehf, 94-98)

Zülkarneyn seddinin yıkılması, kıyâmet alâmetlerindendir. Bu sed, bugünkü Çin Seddi’nden farklıdır. Mekânı hakkında ihtilâf vardır. Kıyâmete yakın yıkılacak, Ye’cûc ve Me’cûc kavimleri yeryüzüne yayılarak fesat çıkaracaklardır.

YE’CÛC VE ME’CÛC KAVMİ

Rivâyetlere göre, Ye’cûc ve Me’cûc, kötü ve belâlı iki millettir. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısa, sayıları çoktur. Kıyâmete yakın yeryüzüne yayılacaklardır. Ye’cûc ve Me’cûc kavminde ânî doğumlar olacak, böylece birden bire artacaklardır. Nasıl sinekler teressübât üzerinde birden çoğalıyorlarsa, onlar da öyle çoğalacaklardır. Şu an bulundukları yer Hak Teâlâ’nın ilminde gizlidir.

Vakti geldiği zaman, Sedd-i Zülkarneyn dümdüz olacak ve bu kavim yeryüzüne yayılacaktır. Ancak Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere ve Kudüs-i Şerîf’e giremeyeceklerdir. Bu mübârek beldelerin dışındaki her yere gireceklerdir. Geçtikleri yerlerde yiyip içip her şeyi kurutacaklar ve etraflarını fesâda uğratacaklardır. Çekirgeler gibi olacaklar, haşerât gibi zulüm yapacaklardır. Nihâyet Allâh onları helâk edecektir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“(Ye’cûc ve Me’cûc, Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın yaptığı seddi) her gün oyarlar. Tam delecekleri sırada başlarında bulunan reis:

«–Bırakın artık, delme işini yarın yaparsınız.» der. (Onlar bırakıp gidince) Allâh seddi daha sağlam bir şekilde eski hâline getirir. Böylece günler geçer, kendilerine takdîr edilen müddet dolar ve onların insanlara Mûsâllat olmalarının murâd edildiği vakit gelir. O zaman başlarındaki reis:

«–Haydi dönün! Yarın inşâallâh seddi deleceksiniz.» der -ve ilk defa inşâallâh tâbirini kullanır-.”

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devamla şöyle buyurdu:

“O gün dönüp giderler. Ertesi gün geldikleri vakit seddi ne hâlde bırakmışlarsa öyle bulurlar ve (o günkü çalışma sonunda) delerler. Açılan delikten insanların üzerine boşanırlar. (Önlerine çıkan) suları içip kuruturlar. İnsanlar onlardan korkup kaçar. Ye’cûc ve Me’cûc göğe bir ok atar. Bu ok kana bulanmış olarak kendilerine geri döner. Bunun üzerine şöyle derler:

«−Yeryüzünde olanları ezim ezim ezdik, semâda olanları da alçaltıp alt ettik.»

Allâh onları enselerinden yakalayacak bir kurtçuk gönderir. Bu kurt, onları toptan helâk edip, herbirini parçalanmış hâlde yere serer. Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, yeryüzünde bütün hayvanlar onların etinden yiyerek canlanır, sütlenir ve semirir.” (Tirmizî, Tefsîr, 18/6; İbn-i Mâce, Fiten, 33/4080)

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Mîrâc gecesinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsâ ile karşılaştı. Aralarında kıyâmeti müzâkere ettiler. Önce Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’dan başlayıp ona kıyâmetten sordular. Onun kıyâmet hakkında herhangi bir bilgisi yoktu. Sonra Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a sordular. Kıyâmet hakkında onun da bir bilgisi yoktu. Söz Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a geldi. O:

«–Kıyâmetin kopmasına yakın zuhûr edecek şeyler (alâmetler) hakkında bana bilgi verildi. Ama kıyâmetin kopma vaktini Allâh’tan başka hiç kimse bilemez.» dedi. Sonra (kıyâmetin alâmetlerinden biri olarak) Deccal’in çıkmasını anlattı ve şunları söyledi:

«−Sonra ben inip onu öldüreceğim ve bundan sonra halk memleketlerine dönecek. Bu defa onların karşısına Ye’cûc ve Me’cûc çıkacak ve her tepeden hızla hücum edeceklerdir. Onlar giderken rastladıkları her suyu içip tüketecekler ve uğrayacakları her şeyi bozup alt-üst edecekler. Bunun üzerine halk feryat ederek Allâh’tan yardım dileyecek. Ben de Ye’cûc ve Me’cûc’ü öldürmesi için Allâh’a duâ edeceğim ve yer onların kokusu ile çok pis kokacak. Ben yine Allâh’a duâ edeceğim. Allâh Teâlâ da bir su gönderecek ve o su, onları taşıyıp denize atacaktır. Daha sonra dağlar ufaltılıp dağıtılacak ve yer, derinin yayılıp genişletildiği gibi yayılıp genişletilecek. İşte söylenen bu hâl vukû bulunca, kıyâmetin insanlara, tıpkı ne zaman doğum yapacağı bilinemeyen hamile kadının durumu gibi yakın (yâni her an başlarına gelmesi muhtemel) olacağı bildirildi.»”

Hadîsin râvîlerinden el-Avvâm, bu hakîkatlerin Kur’ân-ı Kerîm’deki:

“Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (sedleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman...” (el-Enbiyâ, 96) âyet-i kerîmesiyle de sâbit olduğunu söylemiştir. (İbn-i Mâce, Fiten, 33/4081)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâkinden sonra insanların selâmet bulacağını ve ibâdetlerine devam edeceklerini şöyle beyân eder:

“Bu Beyt’e (Kâbe’ye) Ye’cûc ve Me’cûc’den sonra da hac ve umre yapılacaktır.” (Buhârî, Hacc, 47)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir diğer hadîs-i şerîflerinde bu zâlim kavmin cehenneme atılacağını haber vermektedir.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“Azîz ve Celîl olan Allâh kıyâmet günü:

«–Ey Âdem!» diye seslenir.

Âdem -aleyhisselâm-:

«–Buyur Rabbim! Emrindeyim, bütün hayırlar Sen’in elindedir!» der.

Âdem -aleyhisselâm-’a şöyle bir nidâ ulaşır:

«–Allâh sana, cehennem ehlini çıkarmanı emrediyor!»

Âdem -aleyhisselâm- sorar:

«–Ey Rabbim! Cehennem ehli ne kadardır?»

«–Her binden dokuzyüz doksandokuzu!»

İşte hamilelerin çocuğunu düşürdüğü, çocukların ihtiyarladığı, insanların sarhoş olmadıkları hâlde azâbın şiddetinden sarhoşa döndüklerini göreceğin zaman bu zamandır.”

Bu haber ashâb-ı kirâma çok ağır geldi. Öyle ki yüzlerinin rengi değişti. Efendimiz şöyle devam etti:

“Ye’cûc ve Me’cûc’dan binde dokuzyüz doksandokuz, sizden ise (binde) bir (cehenneme girecektir). Şunu da bilin ki: Siz insanlar arasında, beyaz bir öküzde siyah bir kıl veya siyah bir öküzde beyaz bir kıl kadarsınız.” (Buhârî, Tefsir, 22/1; Enbiyâ 7)

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetini bütün fitnelere karşı uyarmış, husûsiyle de Ye’cûc ve Me’cûc belâsına karşı îkâz etmiştir.

Zeyneb bint-i Cahş -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatıyor:

“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-, birgün korkulu bir vaziyette odaya girdi. Şöyle diyordu:

«Lâ ilâhe illâllâh, yaklaşan bir belâdan Arab’ın vay hâline! (Baş parmağı ile şehâdet parmağını halka yaparak gösterdi ve:) Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şöyle bir gedik açıldı.» dedi. Ben:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, yâni içimizde sâlih kimseler olduğu hâlde toptan helâk mi olacağız?» dedim.

«–Evet, fenâlıklar artarsa öyle olur!» buyurdu.” (Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten, 1/2880)

Hadîs-i şerîfte, “Yaklaşan bir belâdan Arab’ın vay hâline!” buyrularak “Arab” isminin zikredilip diğer milletlerin isimlerinin zikredilmemesinin hikmeti, o gün için müslümanların hemen hemen tamâmını Araplar’ın teşkîl etmesi gerçeğidir. Bu bakımdan buradaki ifâde, bütün toplulukları içine almaktadır. Bir kısım ulemâya göre, “yaklaşan belâ” ifâdesiyle de, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın öldürülmesiyle beraber ümmet için başlayacak olan fitneler kastedilmektedir. Ve bu fitneler, Ye’cûc ile Me’cûc’un seddinde maddî ve mânevî bir gediğin açılmasına sebep olarak kabûl edilmektedir.

HZ.ZÜLKARNEYN’İN (A.S.) İBRET VE HİKMET DOLU KISSALARINDAN

Zülkarneyn -aleyhisselâm-, yaptığı seferlerden birinde, ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların dünyâ serveti nâmına altın, gümüş gibi hiçbir şeyleri yoktu. Rızıklarını sebzeden te’mîn ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes, kendi mezarını kazar, her gün onu temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn -aleyhisselâm-, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:

“–Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir!” dedi. Zülkarneyn -aleyhisselâm-, bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:

“–Ben seni dâvet ettim, niye gelmedin?” diye sordu. Hükümdar:

“–Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn -aleyhisselâm-:

“–Bu hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim!” deyince, Hükümdar:

“–Evet biz, altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bir kimsenin eline bunlardan bir miktar geçince, bu sefer daha fazlasını isteyerek huzûru bozuluyor... Onun için dünyâlık peşinde değiliz.” dedi.

Zülkarneyn -aleyhisselâm-:

“–Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu.

Hükümdar:

“–Dünyâlık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz.” dedi.

Zülkarneyn -aleyhisselâm-:

“–Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz; sütünden, etinden istifâde etseniz olmaz mı?” dedi.

Hükümdar:

“–Mîdelerimizin hayvanlara mezar olmasını istemiyoruz. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız!” diye cevap verdi.[1]

ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELAM KISSASI

Hazret-i Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın diğer bir ibretli kıssası da şöyledir:

Birisi Zülkarneyn -aleyhisselâm-’a:

“–Bana îmânımı ve yakînimi[2] kuvvetlendirecek bir şey öğret!” dedi.

O da:

“–Gazap edip kimseye kızma! Zîrâ şeytanın insana en çok hulûl edeceği ân gazap ânıdır. Sakın acele etme! Acele ettiğin zaman, nasîbini zâyî edersin. Yakın ve uzağa karşı mülâyim ol! İnatçı, inkârcı ve zâlim olma!” diye cevap verdi.

ZÜLKARNEYN PEYGAMBERİN VASİYETİ

Zülkarneyn -aleyhisselâm- ölmeden evvel şöyle vasiyet etmiştir:

“–Beni yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazînelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünyâ mülküne rağmen eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazînelerimin de bu dünyâda kalarak benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyâya aldanmasın!..”

Söyledikleri aynen yapıldı. Âlimler bu vasiyeti şöyle tefsîr ettiler:

“Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız asker vardı. Hiçbiri emrimden dışarıya çıkmadı. Dünyâ, baştanbaşa benim idârem altında idi. Sayısız hazînelere sâhip oldum. Fakat dünyâ nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi mezarıma eli boş gidiyorum! İşte dünyâ malı dünyâda kaldı. Sizler âhirette faydalı olan işleri yapın!..”

Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hazret-i Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın vasiyetiyle işâret ettiği hakîkati şöyle beyan buyurmuşlardır:

“Ölüyü (kabre kadar) üç şey tâkip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5)

ZÜLKARNEYN PEYGAMBERİN İNFAKI

Hazret-i Zülkarneyn, zırh yapıp satar, elinin emeği ile geçinirdi. İhtiyacından fazlasını da infâk ederdi.

Dipnotlar:

[1] Hakikatte Allâh Teâlâ’nın helâl kıldığı hayvanların etinden yemenin hiçbir mahzuru yoktur. Burada bahsedilen, o kavmin kendisine mahsus bir tercihidir.

[2] Yakîn: Şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam, kuvvetli ve kesin bilgi; mutlak kanaat ve tam bir itmi’nân.

Hz.LOKMAN (A.S) (Evliyada olabilir)





Hz.LOKMAN (A.S) (Evliyada olabilir)

لقمان

Lokman (Arapça: لقمان) veya Lokman Hekim (حکیم لقمان), Kur'an'da ve halk efsanelerinde bahsi geçen, hikmet sahibi olduğuna inanılan kişi.

Hz.Lokman aleyhisselam bir nebî veya velî olduğu ihtilâflı; ancak çoğunluğun tercihine göre hakim bir şahsiyet.

Lokman Hekim'in İslam'a göre peygamber olduğuna dair iddialar bulunmakla beraber İslam alimlerinin genel görüşü peygamber olmadığı yönündedir. Kur'an'da Lokman Hekim'den Lokman Suresi'nde bahsedilir. Allah tarafından Lokman'a hikmet verildiği belirtilir. Oğluna verdiği öğütler anlatılır.

Lukmân kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce olduğu belirtilmektedir (Fîrûzâbâdî, VI, 90; Âlûsî, XXI, 82). Kur’an’da Lokman’la ilgili bilgiler, aynı adı taşıyan sûrede onun iki defa ismen zikredilmesinden ve oğluna verdiği bazı öğütlerin naklinden ibarettir (Lokmân 31/12-19). Buna karşılık Câhiliye şiirinde ve kısas-ı enbiyâ başta olmak üzere bazı İslâmî kaynaklarda Lokman’a dair çeşitli rivayetler yer almakta ve bu rivayetlerdeki bilgilerin aynı adı taşıyan veya benzer niteliklere sahip farklı kişilere ait olduğu ve bunların birbirine karıştırıldığı ifade edilmektedir. Gerçekte biri Kur’an’da zikredilen ve kendisine hikmet verilmesi sebebiyle Lokmânü’l-hakîm (Lokman Hekim) diye mâruf olan, diğeri ise Arap şiirinde Lokmân b. Âd olarak geçen iki kişinin mevcudiyeti yanında (Cevâd Ali, I, 316-317) zaman içinde muhtelif kişilere ait çeşitli özellikler de bu isim etrafında toplanmıştır. Künyesiyle ilgili olarak Lokmân b. Âd (Vehb b. Münebbih, s. 78; Mufaddal ed-Dabbî, s. 151); Lokmân b. Âdiyâ b. Lüceyn b. Âd veya Lokman b. Âd b. Avs b. İrem (Meydânî, I, 429; II, 389); Lokman b. Ankā (İbn Kuteybe, s. 25; Mes‘ûdî, I, 57; Süheylî, I, 266); Lokman b. Bâûr b. Nâhûr b. Târeh (Sa‘lebî, s. 266; Beyzâvî, II, 253) gibi bilgiler vardır.

İslâm’dan önce Araplar arasında uzun ömrü, bilgeliği ve darbımeselleriyle temayüz eden Lokman, Câhiliye dönemi şiirlerinde Hz. Hûd’un kavmine adını veren Âd’a nisbetle Lokmân b. Âd olarak geçmekte, ancak İslâmî kaynaklarda bu zatın Kur’an’da zikredilen Lokman olmadığı belirtilmektedir (Câhiz, I, 126; Fîrûzâbâdî, VI, 90). Hz. Lokman’ın Kur’an’da örnek bir şahsiyet olarak takdim edilmesi onun Arap toplumunca bilindiğini göstermektedir. Rivayete göre Âd kavmi günahkârlıkları ve peygamberlerini dinlememeleri yüzünden kuraklıkla cezalandırılınca (Taberî, Târîḫ, I, 219; İA, VII, 65) bu felâketten sadece Hûd ve ona inananlarla yağmur duası için Mekke’ye giden, aralarında Lokman’ın da bulunduğu bir heyet kurtulmuştur. İkinci Âd kavminin çekirdeğini oluşturan bu topluluk, yeni bir kuraklıktan korktuğu için başlarına geçen Lokman’la birlikte Sebe bölgesine göç etmiş, Me’rib Seddi de Lokman tarafından inşa edilmiştir (Cevâd Ali, I, 319).

Lokman’ın ne kadar yaşadığı konusunda farklı rivayetler vardır. Bu rivayetlere göre Lokman Allah’tan uzun ömür dilemiş, tercih kendisine bırakılınca Araplar’da uzun ömrün simgesi olan kartaldan hareketle yedi kartal ömrü kadar yaşamayı istemiştir (Taberî, Târîḫ, I, 223). Lokman’ın beş yüz altmış, bin, üç bin, üç bin beş yüz veya dört bin yıl yaşadığı nakledilmektedir. Bu sebeple kendisine “Lokmânü’n-nüsûr” (kartallar kadar uzun yaşayan Lokman) denildiği gibi “el-Muammer” (uzun ömürlü) lakabıyla da anılmıştır (Nüveyrî, XIII, 60). Ebû Hâtim es-Sicistânî uzun ömürlüler arasında Lokman’ı Hızır’dan sonra ikinci sırada zikreder (el-Muʿammerûn, s. 4-5). Vefat ettiğinde Ahkāf’ta Hûd peygamberin kabrinin yakınına defnedildiği söylenir (Vehb b. Münebbih, s. 78-85). Yâkūt, onun mezarının Taberiye gölünün doğu tarafında veya Remle’de, bir rivayete göre de Yemen’de olduğunu nakletmektedir (Muʿcemü’l-büldân, IV, 19).

Hz.Lokman Dâvud aleyhisselâmın zamânında, Arabistan'ın Umman tarafında yaşadı. Dâvud aleyhisselâmla görüşüp ondan ilim öğrendi. Dâvud aleyhisselâma peygamberlik bildirilmeden önce, müfti olan Lokman Hekim, Dâvud aleyhisselâma peygamberlik bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Dâvud aleyhisselâma ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyûb aleyhisselâmın teyzesinin oğlu oldu daa rivâyet edilmektedir.

Lokman Hekim'in ölümsüzlük iksirini buldugu ancak formülü kaybettiğine dair efsaneler mevcuttur. Formülü nasıl kaybettiği ise değişik kaynaklarda degişik sekillerde anlatılır. Bir efsaneye göre içinde ölümsüzlük iksiri bulunan şişeyi köprüden geçerken düşürüp kaybetmiş, bir başka efsaneye göre ise eline yazdığı ölümsüzlük formülü yağmurda silinmiştir. Bir rivayete göre de iksir, Allah'ın emriyle Cebrail tarafından yokedilmiştir.

Bir rivayete göre Davud Lokman'a bir koyun kesmesini ve kendisine en iyi yerinden iki parça et getirmesini söyler. Lokman koyunun yüreğini ve dilini getirir. Başka bir gün Davud kendisine koyunun en kötü yerinden iki parça et getirmesini söyler. Lokman yine yüreğini ve dilini getirir. Davud neden böyle yaptığını sorunca Lokman şöyle cevap verir: "İyilik için kullanıldığında yürekten ve dilden daha iyi bir şey yoktur. Kötülük için kullanıldığında da yürekten ve dilden daha kötü bir şey yoktur."

Kur'an'da Lokman:

"Andolsun biz Lokman'a: Allah'a şükret! diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır. Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti. "

"(Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti): Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."

Kur'ân-ı Kerîm'de Lokman adı iki yerde geçer (Lokman, 31/12,13). Kelime, ayni zamanda Mekkî bir surenin adidir. Bu sûrenin nüzul sebebi Kureyşlilerin Lokman'ı Hz. Peygamber (s.a.s)'e sormalarıdır.

Lokman'ın adı geçen iki ayetin meâli şöyledir: "Andolsun Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki Allah her şeyden müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır. Lokman, oğluna öğüt vererek. "Yavrum, Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür" demişti " (Lokman, 31/12,13). Lokman'ın adı içinde geçmese de onun oğluna öğütleri devam etmektedir. Ancak arada iki ayet içinde Yüce Allah, Lokman'ın öğüdündeki eş koşmayı(şirk) tekit için ana-babaya iyi davranmak; yaradana şükür, ana-babaya teşekkür etmesini bilmekle beraber; eğer ana-baba Allah'a es koşmak üzere çocuğunu körü körüne zorlarlarsa o çocuğun onlara itaat etmemesi, dünya işlerinde onlarla güzelce geçinip Allah'a yönelen kimselerin yoluna uyması gerektiğini bildirmektedir (Lokman, 31/14,15). Lokman'ın öğütleri şöyle devam etmektedir: "Yavrum, işlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa da, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah Lâtif'dir, haberdar'dır. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret; doğrusu bunlar azmedilmeye değer islerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseyi hiç şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini de kıs! Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir" (Lokman, 31/16-19).

Lokman suresinde geçen meâli verilen ayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu zat bir hakimdir. Çünkü ona hikmet verilmiştir. Böyle bir hikmete ulasan kimseye gereken, o hikmete şükürdür. Aslında Yüce Allah'ın, şükür de dahil hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak şükre ihtiyacı olan insandır. Çünkü Allah, şükredince nimetleri artırma vadinde bulunmuştur (ibrâhim, 14/7). Lokman, üç kere "yavrum" veya "oğlum" diye hitap ederek oğluna öğüt vermiştir. Bunlardan ilkinde Allah'a es, ortak koşmamasını öğütlemiştir. Çünkü bu, Allah'ın hakkını başkasına vermek, kulların ve bütün varlıkların yaratanına olan bu haksızlıkla onların haklarını çignemek, başta Yüce Allah'ın ikram ettiği, şerefli kıldığı insan olmak üzere bu varlıkları esas yaratanından başka fâni, âciz, güçsüz şeylere yönelterek onları tahkîr etmektir. Lokman, ikinci "yavrum" hitabıyle başlayan öğüdünde, Yüce Allah'ın hardal tanesi kadar da olsa yapılan bütün iyilik ve kötülükleri gördüğünü, bildiğini ve onları ahirette değerlendireceğini anlatmıştır. Nitekim Yüce Allah, zerre miktar hayır-şer işleyenin karşılığını göreceğini bildirmektedir (ez-Zilzâl, 99/7-8). Lokman, yine oğluna hitaben üçüncü öğüdünde onun namazı kılmasını, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmesini, başına gelene sabretmesini, İnsanlara böbürlenip kibirlenmemesini, çalım satıp öğünmemesini, yürümesinde, konuşurken sesinde ölçülü olmasını tavsiye etmiştir.

Lokman hakkında hadislerde de bazı bilgiler bulunmaktadır. En'âm Suresi'nin 82. ayetinin nüzulünde sahabeler: "Ey Allah'ın Resulü! Bizim hangimiz nefsine zulmetmez ki...?" dediklerinde, Peygamberimiz. Bu ayetteki zulüm sizin sandığınız gibi değildir. O zulüm, şirk demektir. Lokman'ın oğluna nasihat ederken, yavrum, Allah'a şirk koşma. Zira şirk en büyük zulümdür dediğini işitmediniz mi?" cevabını vermiştir (Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, Tercemesi, IX, 163). Lokman söyle derdi: "Yavrum, ilmi âlimlere karşı böbürlenmek, sefihlerle münazarada bulunmak ve meclislerde gösteriş yapmak için öğrenme!" (Ahmed b. Hanbel, I,190). Bu anlatım ve devamı başka bir rivayette söyle yer almaktadır: "...Ginâ göstererek ve cehalete düşerek ilmi terk etme! Yavrum, meclisleri ihmal etme! Allah'ı anan bir topluluk gördüğünde onlarla otur. Eğer âlimsen ilmin işine yarar; cahilsen onlar sana öğretirler. Umulur ki Allah onlara rahmetini lütfeder, onlarla beraber sana da ulaşır. Allah'ı anmayan bir topluluk gördüğünde onlarla oturma. Eğer âlimsen ilminin sana bir yararı olmaz; cahilsen onlar seni saptırırlar. Allah onları azabına duçar kılar, sana da onlarla beraber isabet eder" (Dârimî, Mukaddime, 34). Yine bir hadis-i şerifde ilim-hikmet hakkında söyle denilmektedir: "Hakîm Lokman oğluna şu tavsiyede bulunmuştur. Yavrum âlimlerin yanında otur ve dizlerinle onlara çok yaklaş. Çünkü Allah, gökten indirdiği yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, kalpleri hikmet nûruyla diriltir"(Muvatta, ilim, 1). Lokman hakkında başka bir hadis de şöyledir: "Hakim Lokman, söyle derdi: şüphesiz Allah bir şeyi emânet aldığı zaman onu korur" (Ahmed b. Hanbel, II, 87).

Bu hadislerin, meselâ zulüm, hikmet, ilim gibi konularda Kur'ân-i Kerîm'deki Lokman ile ilgili ayetlerle rabıtalı olduğu görülmektedir.

Lokman'ın kim olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır. ibn ishak'a göre Lokman'ın nesebi [Lokman b. Bâur b. Nahor b. Tarih (Terah: Âzer)] Dördüncü. Kuşakda Hz İbrahim (a.s)'in babası Âzer'e ulaşır. Vâkidî, Lokman'ın isrâiloğulları kadısı, Eyle ve Medyen taraflarında yaşayan, Eyle'de ölen bir kimse olduğunu zikreder. ikrime'ye göre Lokman bir nebîdir. Ancak onun bir hakim olduğunda âlimlerin ittifakı vardır (Sahih-i Buharî Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 163). Vehb b. Münebbih'e göre; Lokman ibn Bâûra, Âzer neslindendir. Mukâtil'e göre ise, Hz. Eyyub (a.s)'in kızkardeşinin veya teyzesinin oğlu idi. Uzun müddet yaşadı. Hz. Davud'a yetişti ve ondan ilim aldı. Sanat sahibi idi. Bir nebî olduğunu söyleyenler de oldu. ibn Rüsd, Tehâfüt'ünde söylediği gibi, her nebî hakîmdir, fakat her hakim nebî değildir. Bakara sûresi'nin 269. ayetine göre Yüce Allah hikmeti istediğine verir. Kime de hikmet verilmişse ona büyük hayır lütfedilmiştir. Dolayısıyle o kimsenin ilmen, amelen bunun şükrünü yerine getirmesi gerekir. Lokman için de Kur'ân'da böyle söylenmiştir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IX, 3842-3843).

Lokman, İslâm'dan önceki Araplarda kendisinden çok bahsedilen bir şahsiyet idi. Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarında adı geçmez. Onun Âd kabilesinden veya Habeşli bir köle olduğu da belirtilmiştir (S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 414).

Eski Arap geleneğinde cahiliyye devri insanları bu zata Lukmânü'l-Muammer diyorlardı. Onun yedi kartalın ömrü kadar uzun yaşadığına inanılırdı. Ebû Hâtim es-Sicistâni'nin "Kitâbül-Muammarîn" adli eserinde Lokman, Hızır'dan sonra uzun yaşayan ikinci şahsiyet olarak yer alır. Yedi kartal ömrü beş yüz altmış yıl yapsa da çeşitli rivayetlerde onun bin, hatta üç bin-üç bin beş yüz yıl yaşadığı bile ileri sürülmüştür. Lokman'a, Nâbiga'nın şiirlerinde bile rastlanır. Cahiliyye geleneğinde Lokman aynı zamanda bir kahraman ve hakim bir kimse olarak da görülürdü. Bir çok macera ona isnat edilmişti. Bütün bunlar arasında Lokman, Âd kabilesinden olmakla bu kabîleye Sodom gibi günahkârlığı dolayısıyla kuraklık cezası verildiğinde, onun da dahil olduğu bazı kimseler yağmur için dua etmek üzere Mekke'ye giderler. Ancak Âdlılar orada zevk ve safâya dalıp esas vazifelerini unuturlar. Hatırlatıldığında da birisi siyah bir bulut isteyiverir. Âd kabilesinin mahvı bu bulutla olur. Aslında onların cezalandırılmaları Hz. Hûd'a itaatsizlikleri dolayısıyladır. Âd kavmi ile ilgili ayetlerde ve Hûd suresinde Lokman'ın adı geçmez (Bernhard Heller, iA., "Lokman ", maddesi).

Lokman, Kur'ân-i Kerîm'de yer aldıktan sonra, Arapça darb-i mesel ve hikmet kitaplarından Kasasul-Enbiyalara kadar bir çok eserlerde yer aldı. Sa'lebî (ö. 427/1035) Ârâisul-Mecâlis"inde ondan bahsederken Kur'ân'daki anlatımı başka rivayetlerle genişletir. O, Lokman'ın kim olduğu konusunda yukarıdaki bütün bilgileri verdikten sonra Mücâhid'in onun uzun dudaklı siyahî bir köle olduğu yolundaki rivayetlerini de bunlara ekler. Ancak bu rivayeti takviye sadedinde İnsanlardan Sudan'dan çıkmış üç hayırlı kimse arasında, Bilâl (Habesli ?), Hz. Ömer (r.a)'in kölesi Mühecca' ve Lokman'a (Sudan'ın Mısır'a yakın Nubya tarafından) yer veren rivayeti de almaktadır. O, Lokman'ın Habeş'li bir marangoz, bir terzi olduğu konusundaki iddiaları da aktardıktan sonra, âlimlerin onun hakim olup nebî olmadığında ittifak ettiklerini, bu konuda ikrime'nin farklı görüşe sahip olduğunu (bazılarına göre Lokman'ın nebîlik ile hakimlikten birini tercihte serbest bırakıldığı, onun hikmeti seçtiğini) belirtmektedir. O, ayrıca Lokman'ın nebî olmadığı; Allah'ın çok tefekkür, iyi yakın ile takvâ ehli kıldığı bir kul olduğu; onun Allah'ı, Allah'ın da onu sevdiği, ona hikmet lütfettiğini açıklayan bir hadis de nakleder (Sa'lebi, Arâisul-Mecâlis, 312).

Sa'lebî, Lokman'ın, dünyada sıkıntı çekenin refahtakinden hayırlı olduğunu; dünyayı ahirete tercih edenin dünyada da, ahirette de kaybedeceğini; malın sıhhat, nimetin nefis temizliği gibi olmadığını; doğru söz, emaneti yerine teslim ve boş yere konusmayı terkin hikmeti doğurduğunu söylediğini nakleder. Yine onun nakline göre Lokman oğluna söyle dedi:

"Dünya derin bir denizdir. Çokları onda boğulmuştur. O denizde senin gemin Allah'dan takvâ olsun. Bineğin Allah'a imanın ve yolun Allah'a tevekkül olsun. Umulur ki kurtulursun; tamamen kurtulacağını da sanmam. Yavrum, İnsanlar ibadet ve taatte her gün noksanlaştıkları halde nasıl olur da vadolunduklarından korkmazlar! Yavrum! Dünyadan yetecek kadar al, ona kapılma, bu ahiretine zarar verir. Dünyadan el etek de çekme, yoksa İnsanlara yük olursun. Oruç tut, bu şehvetini keser. Seni namazdan alıkoyan orucu tutma, çünkü Allah'ın katında namaz oruçtan daha büyüktür... Yavrum! iyiliği ondan anlayana yap. Nitekim koç ile kurt arasında dostluk olmadığı gibi; iyi ile kötü arasında da dostluk olmaz. Çekişmeyi seven hakarete uğrar, kötülük olan yerlere giden töhmet altında kalır, kötülüğe yaklaşan kendini kurtaramaz ve dilini tutmayan pişman olur. Yavrum! iyilerin hizmetinde bulun; fakat kötülerle dostluk kurma. Yavrum! Güvenilir kimse ol ki zengin olasın. Kalbin günah lekeleriyle dolu olduğu halde İnsanlara, Allah'dan korkuyormuşsun gibi görünme. Yavrum, âlimlerle bir arada bulun ve onların dizinin dibinden ayrılma; fakat onlarla tartışmaya da girme, yoksa sohbetlerinden seni mahrum ederler. Onlara bir şey sorarken nazik davran. Seni ihmal ettiklerinde onlara bıkkınlık verme, yoksa senden usanırlar. Yavrum! her şeyi arkanı dönerek isteme ve yüzün dönük olarak da ondan uzaklaşma! Zira bu, basîreti azaltır ve aklı zayıflatır. Yavrum, küçükken edepli olursan, büyüdüğünde faydasını görürsün! Yavrum, yolculuğa çıktığında, onu çekip götürebileceğin bir yerde olmadıkça, hayvanından emin olma; çünkü onun sırtı çabuk yağır olur ve bu hakimlerin işlerinden değildir. Gideceğin yere yaklastığında da hayvanından in ve yürü; kendinden önce onu doyur. Gecenin ilk saatlerinde yolculuğa çıkmaktan sakın! Sana gecenin yarısına kadar dinlenip gece yarısından sonra yola çıkmanı tavsiye ederim. Sefere çıkarken yanına kılıcını, mest'ini, sarığını, elbiseni, su kabını, iğne ve ipliğini, biz'ini (saraç iğnesi) al! Ayrıca yanında sana ve beraberindekilere yetecek kadar ilâç bulundur. Arkadaslarınla, Allah'a isyanın dışındaki hususlarda uyum sağla ve onlara vefâ göster! Yavrum, kanaatkâr görünmekten sakın, zira bu tavrın sana gündüzleri şöhret, geceleri ise şüphe getirir. Yavrum, kendini unutup da insanlara iyiliği emretme! Yoksa senin durumun, İnsanlara ışık verdiği halde kendisi yanarak tükenen kandile benzer! Yavrum, küçük işleri umursamazlık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür. Yavrum, yalan söylemekten sakın! Çünkü yalan, dînini ifsat eder, insanların yanında mürüvvetini noksanlaştırır ve bu durumda da utanma duygun yok olur; değerin düşer, makam ve mevkiin elden gider; küçümsenirsin, konuştuğun zaman sözün dinlenmez, söylediğine itibar edilemez. Bu duruma düşüldüğünde de yaşamanın zevki kalmaz! Yavrum, kötü huydan, sıkıntı vermekten, sabırsızlıktan sakın! Bu hasletler karşısında hiç bir arkadaşın sana dürüst davranmaz ve seninle aralarında dâima bir mesafe bırakırlar. isini sev; sık sık karşılastığın olaylar karşısında sabret! İnsanlara karsı güzel huylu ol! Zira huyu güzel olan, herkese güler yüz gösteren ve bunu yaygınlaştıran, iyiler yanında nasîbini alır; ona karşı iyi kimseler sevgi besler, kötüler de ondan uzaklaşır. Yavrum, gönlünü kederlerle ve kalbini üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlülükten sakın. Takdire rıza göster. Allah tarafından sana verilene kanaat et ki hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın. Eğer dünya zenginliklerinin senin için bir araya getirilmesini istersen, insanların ellerinde olanlara göz dikme! Zira peygamberleri bulundukları mertebeye ulaştıran şey insanların ellerinde bulunanlara göz dikmemeleridir. Yavrum, dünya hayati kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de daha az bir kısmı geride kalmıştır. Yavrum, iyiliği ehline yap, ehil olmayana iyilik yapma; yoksa o, dünyada boşa gider, ahirette de sevabından mahrum olursun. iktisatlı ol, savurgan olma; cimrilik derecesinde mala sarılma, israfa varacak şekilde de onu dağıtma! Yavrum, hikmete sarıl ki onunla ikram göresin, onu yücelt ki sen de üstün tutulasın. Hikmet ahlâkinin en üstünü Allah (c.c)'in dinidir. Yavrum, hasetçinin üç belirgin özelliği vardır: Gıyabında dostunu çekiştirir, yanında olduğu zaman ona yaltaklanır, o bir musibete duçar olduğunda da ona sevinir" (Sa'lebî, a.g.e., 313-315).

Lokman'la ilgili olarak sadece oğluna öğütler, hikmetli sözler, atasözleri (emsâl, durub-i emsâl) değil, kıssalar da nakledildi. Bunlardan Lokman'ın bir köle olarak birisine takdim edildiğinde. o, diğer kölelerin incirleri onun yediğini ileri sürerek efendilerini kandırmak istedikleri zaman, hep beraber sıcak su içmelerini tavsiye eder. Efendileri öyle yapar, sonunda Lokman yalnız su kusarken, diğerleri incir artıklarını su ile çıkarmaya başlarlar. Bir gün efendisi, gelen misafiri için, Lokman'a en iyi ne varsa onu ikram etmesini söyler. O da koyun dili ve yüreği getirir. Bir başka gün yine misafir için bu defa en kötü ne varsa onu çıkarmasını söylediğinde aynı şeyleri verdiğini görünce, sebebini sorar. Lokman, iyi bir dil ve yürekten daha iyi bir şey olmadığı gibi, kötü bir dil ve yürekten de daha kötü bir şey bulunmadığı cevabını verir (Sa'lebî, ayni yer).

Lokman'a bu kıssalar dolayısıyla Araplar'ın Ezop'u (Aesopos) denilmiş, Avrupa'da Ezop'a atfedilen bir çok nükteler Lokman'a isnat olunmuştur. Batılı yazarlar Lokman'la ilgili kıssaların sonraki devirlerde Ezop'unkilerden kopya edildiğini ileri sürerler. Bu konuda karşılaştırmalar ve örneklere de yer verip eski gelenekte Lokman, hakîm, hatta peygamber bir kimse olarak tanınırken; sonraki devrede artık köle, marangoz haline sokulduğunu eklerler. Onlara göre Lokman; Bileam, Ahikar, Ezopla aynı görülmüştür. Bileam, Kitab-ı Mukaddes'te geçer. Müfessirler, şeceresi Lokman b. Bâûr b. Nahor b. Tarih seklinde geçen bu zatin İbrani dilinde "bala", Arapça "Lakama" kökleri aynı yutmak anlamına geldiği için, Kitab-i Mukaddes'teki karşılığının Bileam olduğu kanaatine ulasmışlardır (Bileam için bk. Sa'lebî, 209 vd.). Lokman, Bileam mıdır tartışmasında buna olumlu bakanlar yanında karşı çıkanlar; Lokman, Kur'ân ve önceki gelenekte saygı duyulan; Bileâm, Kitab-ı Mukaddes ve Aggada'da nefret edilen bir kimsedir, demektedirler (bk. Belâm). Lokman'ı, Roma'lı Ahikar veya Yunan'in Ezop'una benzetenler, onların sözlerinin veya onlarla ilgili anlatımların benzerliklerine dayanmaktadırlar (Bernhard-N.A. Stillman,"Lokman", Encyclopedia of islam, Leiden 1978, IV, 813).

Lokman ismi Kur'ân-ı kerim'de geçmekte olup, bir sûreye (otuz birinci sûre) Lokman ismi verilmiştir. Bu sûrenin on ikinci âyetinde meâlen; "Biz Lokman'a hikmet verdik. " buyrulmaktadır. Buradaki hikmet tâbirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsir kitablarında yazılıdır. Lokman Hekim tabiplerin piridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasihatler meşhurdur. Kur'ân-ı kerim'de Lokman sûresi 3. âyet-i kerimede meâlen; "Bir vakit Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah'a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük zulümdür. " buyrulmaktadır.

Lokman Hekim'e sen bu hâle nasıl geldin dediklerinde; "Doğru sözlü olmak, emâneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle. " cevâbını verdi. İnsanlar ondan nasihat istediler, o da şöyle nasihat etti: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle ameledilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek lazımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir; Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hâtırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi de tamâmen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür. " Lokman Hekim'in oğluna nasihatlarının bir kısmı şöyledir: "Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Geminin takvâ, yükün imân, hâlin tevekkül olsun, umulurki kurtulursun." "Ey oğlum! Âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde, toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyâcım yok diyerek de ilmi terk etme. " "Ey oğlum! Allahü teâlâyı anan (hâtırlayan) insanlar görürsen onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü teâlâyı ziktetmeyenleri görürsen onlardan uzak dur. " "Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikir ve tesbih ediyor, sen ise uyuyorsun." "Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma. " "Ey oğlum! İnsanlara iyilikleri emir ve nasihat edip kendini unutma! Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir. " "Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dinini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin." "Ey oğlum! Kötü huydan, gönüldağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol. " "Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâ etmektensakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et. " "Ey oğlum! Dünyâ geçici ve kısadır. Senin dünyâ hayâtın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir." "Ey oğlum! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar. " "Ey oğlum! Sükût etmekle pişmân olmazsın. Söz gümüş ise sükût altındır. " "Ey oğlum! Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor. " "Ey oğlum! Âlimler meclisine devâm et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü teâlâ, âlimlerin meclisindeki hikmet nûru ile de müminlerin kalbini aydınlatır." "Ey oğlum! Amel ancak yakın (Allahü teâlâya olan ilim ve mârifet) ile yapılır. Herkes yakini nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakin noksanlığından gelir. " "Ey oğlum! Bir hatâ işlediğinde hemen tövbe et ve sadaka ver. " "Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin." "Ey oğlum! Helâl kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musibetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması. " "Ey oğlum!Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan günâhkar olur, diline hâkim olmayan pişmân olur. " "Ey Oğlum! Dünyâmalından yetecek kadarını al, fazlasını âhiret için hayra sarfet, Sıkıntıya düşecek ve başkasının sırtına yük olacak şekil de tembellik etme." "Ey oğlum! Sakin kimseyi küçük görüp hakâret etme. Çünkü onun da senin de rabbimiz birdir." Lokman Hekim'in oğlu: "Babacığım, insanda hangi haslet daha iyiydir?" diye sorunca; "Temiz, hâlis din. " buyurdu. Eğer iki haslet olursa? "Din ve mal", üç haslet olursa? "Din, mal ve hayâ. " buyurdu. Dört haslet olursa? dedi. "Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk. " buyurdu. Beş haslet saymak icâbederse diye sorunca; "Din, mal, hayâ güzel huy ve cömertlik. " buyurdu. Altı haslet sayarsak deyince; "Eu oğlum! Allahü teâlâ her kime bu beş iyi hasleti verdiyse, o kimse mümin ve müttekidir. Allahü teâlâ katında veli ve sevgilidir. Şeytanın şerrinden uzaktır. " buyurdu. Oğlu: "Babacığım, insandan en kötü haslet hangisidir?" dedi. "Allahü teâlâyı inkârdır" buyurdu. İki olursa dedi. "İnkâr ve kibirdir. " buyurdu. Üç olursa dedi. "İnkâr, kibir ve şükür azlığı. " buyurdu. Dört olursa dedi. "İnkâr, kibir, şükür azlığı ve cimrilik. " buyurdu. Beş olursa diye sorunca; "İnkâr, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâk. " buyurdu. Altı olursa deyince; "Ey oğlum! Bu beş kötü hasletin bulunduğu kimse münâfıktır, şakidir ve Allahü teâlâdan uzaktır. " buyurdu.

Hafs bin Ömer'den rivâyet edildi ki: Lokman Hekim, yanına bir hardal torbası koydu ve oğluna nasihat etmeye başladı. Her bir nasihatte bir hardal tânesini çıkardı. Nihâyet hardalları tükendi. Sonra da; Ey oğlum! Sana o kadar nasihat ettim ki, şâyet bu nasihatler bir dağa verilseudi, dağ yarılır, parça parça olurdu" buyurdu. Oğlu da bu nasihatleri tuttu.

HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V)

HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V) محمّد Doğum tarihi ve yeri: MS 22 Nisan 571(Rebiülevvel ayının on ikisi,pazartesi günü) Mekke, Suudi ...